Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2009 Salı

Türkiye vasatlar ülkesidir yeğen



Ligde alınan kötü sonuçlar sonrası Frank Rijkaard futbol kamuoyumuzun kurban etmeye çalıştığı en önemli değer haline geldi.

Hemen her teknik direktörün maruz kaldığı gibi, “sağda bu oynar mı, oyundan şu çıkar mı, çift önlibero, tek forvet” klişeleri ile eleştiriliyor.

Bayanlar, Baylar!
Sayı ile kendinize gelin..

Blog okuyanların çok iyi tanıyacağı borges ile pişti olmamak adına kendisinin bugünkü yazısından alıntılıyorum Frank Rijkaard’ın kariyerini:

“Rijkaard'in ilk sezonunda Galatasaray takimi ile yaptigi 15 mac sonucundaki puan tablosu şu şekildedir:

4. Galatasaray 15 - 9 - 3 - 3 - 30

Barcelona ile ilk sezonunda on üçüncü durumda iken on beş maç sonucunda oluşan puan durumu da bu şekildedir:

13. FC Barcelona 15 - 5 - 5 - 5 - 19 - 20 - (-1) - 20

Rijkaard, Barcelona'ya geldiğinde kulüp bazında çalıştırdığı tek kulüp olan Sparta'yı kulüp tarihinde ilk olmak üzere küme düşürmesi etiketini taşıyordu, o muhteşem Hollanda milli takımıyla yaşadığı 2000 performansı dışında..

Ne ilginçtir ki ikinci kulup takımı kariyerine de yukarıdaki istatistikler ısığında devam etmiş ve kulüp tarihinde ilk defa küme düşürme potasına sokmuştur. Ve fakat bir devre sonucunda o potadan inanılmaz bir seri yakalayarak Valencia'nın ardından ligi ikinci bitirme başarısını gösterebilmiştir. Barcelona Rijkaard öncesi son şampiyonluğunu 1998/99 yılında Van Gaal yönetiminde kazanmıştı. Rijkaard ile 5 yıl aradan sonra La Liga şampiyonluğunu tekrardan kucaklıyordu ikinci yılında.. Kendisinden önce mükemmel bir kadronun devamı niteliğinde bir başarısı olmadan üzerine bir yıl sonra ikinci kez Barcelona'yı şampiyon yapar iken aynı yıl Şampiyonlar Ligi Kupasını 14 yıl aradan sonra Barcelona'ya kazandırıyordu. Çok değil 3-4 yıl önce Mourinho'yu eleyen, onunla kıyaslanan bu adam bugün futbolu bilip bilmediği konu edilebiliyor. İlginç bir milletiz.

Şimdi futbolu bilmeyen bir adam hem teknik direktör ve aynı zamanda futbolcu olarak futbolun en üst noktası olarak kabul edilen Şampiyonlar Ligi'ni kazanan dünyadaki beş insandan birisidir. Barcelona kulübü yıllar sonra şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu görüyor bu teknik adam yönetimi altında.. Futbolculuğuna girseniz kupa galiplerinden UEFA Kupası'na, İtalya şampiyonluğundan Avrupa Şampiyonluğuna ve hatta Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu üç kez almasına kadar gider ki bitmez bu kupalar lakin sizler de utanmazsınız o çok başka.

Futbolu bilmeyen Rijkaard, Barcelona gibi bir kulübu kendi sistemine göre inşa eder iken kulübün tarihinde bir ilki gerçekleştirip devre sonunda küme düşme potasına sokmasına rağmen bugün uzay futbolunu oynayan takım olarak adlandırılan yapının temellerini atabilmiştir..”


Buna ek olarak ben de birkaç olay hatırlatayım..

2002 yılında Rüştü’yü flaş transfer diye lanse eden, Messi, Iniesta gibi çocuk yaştaki yetenekleri yeşertmeye çalışan Rijkaard’ın Barcelonası’nın karşısında, Real Madrid’in 1. Galacticos dönemi vardı. Zidane, Raul, Figo ve Beckhamlı kadronun bileğini kimseler bükemiyordu..

Barcelona tarihinde Santiago Barnebau stadında Real Madrid’i iki kere üst üste yenen tek hocadır Frank Rijkaard. Hem de o Real Madrid’i..

İkinci galibiyetinden sonra (3-0), Real Madrid tribünleri tarafından alkışlanmıştır
Barcelona. İki takımın aralarındaki rekabeti bilenler, (evet futbol kamuoyumuzun çoğunluğunun bu rekabetin detaylarından da pek haberi yoktur) bu olayın futbol tarihinin mihenk taşlarından biri olduğunu akıllarından çıkarmazlar.

Rijkaard’ın futbolu bilmediğini iddia eden ulemalara sormak isterim.

Gelirken bilmiyor muydunuz, Frank Rijkaard-Johan Neeskens projesinin, en az 2 yıllık bir çalışma sonucu ürün vereceğini?

Zahmet edip Barcelona’nın çıkışını araştırmadınız mı?

İlk geldiğinde neden eleştirmediniz, neden “B Planı yok, bir sistem ezberler sürekli onu uygular” demediniz?

Henüz beş ay geçti, çok iyi hatırlıyorum: Ağzı açık ayran budalası gibi alkışlıyordunuz, Rijkaard’ı getiren Galatasaray yönetimini.

Şimdi ise, iki üç puan kaybı sonrası, hocayı fizik olarak sahada biten oyuncuları çıkardı diye eleştiriyorsunuz...

Bu tip içi boş, desteksiz eleştiriler kıraathanelerde de yapılıyor, kanaat önderlerinin çapı bu kadar olan toplumdan başka ne beklenir ki?

Türk televizyon tarihinde kalite açısından devrim yaratan bir dizi var, ismi Ezel.

Ezel’in Ramiz Dayısı’na sorsaydık Rijkaard’a yapılan eleştirileri şöyle yanıtlardı:

”Türkiye vasatlar ülkesidir yeğen, yılanlar ayağının altını sokmak ister üstte olanın, sırf kendileri gibi sürünsün diye herkes.”

Bizim neyimize Frank Rijkaard?
Share/Save/Bookmark

3 Kasım 2009 Salı

Yaralı Aslan



Spor kamuoyu Ercan Saatçi ve Metin Özülkü’nün Fenerbahçe TV’de yayınlanan bir programın çekimleri esnasında ettiği küfürlerin ayukka çıkması ile çalkalanıyor.

Malum konuşmanın, küfür konusundan müşteki olduğunu iddia eden Aziz Yıldırım yönetimindeki Fenerbahçe TV’de cereyan etmesi, hoş bir “tesadüf” olmuştur.

Ercan Saatçi’nin “özür yazısı” ile Fenerbahçe Spor Kulubü’nün konu ile ilgili basın açıklaması, konunun vahametini geçiştirmeye yönelik eylemler olarak göze çarpıyor.

Günümüz Türkiyesinde başı her sıkışanın, her gündem değiştirmek isteyenin sığındığı tek bir kale var : “Mağduriyet”

Fenerbahçe tarafından resmi sitede dillendirilen iddiaya göre, daha önce Fenerbahçe taraftarının arasına karışarak küfür eden, sahaya yabancı madde atan, Fenerbahçe yönetimini istifaya davet eden (Fenerbahçe yöneticilerinin beyanıdır), Diyarbakırspor taraftarının arasına karışıp Fenerbahçe futbol takımını taşlayan Galatasaray taraftarı (bu da Diyarbakırspor Başkanı’nın beyanıdır), şimdi de espiyonaj yeteneklerini had safhaya ulaştırarak FB TV’ye de sızmıştır ve bu kaydı yayınlatmışlardır.

Eskiler ne güzel söylemiş : ”Zarfa değil mazrufa bak”.

Bu kayıdın nasıl yayıldığının ne önemi var?

Kameralar, kameramanlar, mikrofonlar ve yönetmenin olduğu bir ortamda yapılan bir konuşmanın, “mahremiyet” sınırları dahilinde olduğu iddiası ile tuvalete saklanmış gizli bir kamera varmışçasına mağduriyet çığlıkları atmak da neyin nesi?

Korkarım ki yakın bir gelecekte; Rüştü Rençber’in tesislerde dövülmesi, Feridun Niğdelioğlu, Engin Verel vs. gibi gazetecilerin darp edilme olaylarının Galatasaraylılar tarafından gerçekleştirilmiş olduğu söylenecektir.

Fenerbahçe Spor Kulübü, soğuk savaş döneminin diktatöryalarında görülen böylesi kara propaganda, dezenformasyon, yaşanan her olumsuzluğu “düşman” a bağlamak gibi ilkel davranış biçimlerini uygulamaktan vazgeçmelidir.

Fenerbahçe Kulübü, böylesi ağır bir küfür olayını, kayıtsız ve şartsız lanetlemelidir.

Bu olaya tepki göstermesi gereken bir diğer grup da yazı ahlakına, meslek etiğine sahip yazılı ve görsel medya mensuplarıdır. Türk basının amiral gemisi olan Hürriyet Gazetesi bünyesinde de bu meselesinin büyük rahatsızlık yarattığından şüphem yok.

Bu yaşananların lige de etkisi olacaktır :

Fenerbahçe maçındaki mücadeleden uzak futboluyla Kadıköy deplasman galibiyetine hasret taraftarını küstüren, Baros ve Keita gibi yeri doldurulmaz isimlerini önemli bir süre için kaybeden Galatasaray Futbol Takımı, bu hafta alınan sonuçlardan sonra puan farkının üçe düşmesiyle yaralarını sarmaya başladı.

Bu küfür meselesi de camiada bir birlik duygusu uyandırarak, reaksiyondan kaynaklanan bir sinerji yarattı.
Çok sevdiği “Yaralı Aslan” motivasyonunu yakalamak, Galatasaray için şampiyonluk mücadelesinde önemli bir psikolojik avantaj sağlayacaktır.
Share/Save/Bookmark

20 Ekim 2009 Salı

Dalgalandım da duruldum


Öncelikle bir duyuru, futbol yazılarımı bundan sonra ekolay portalında da paylaşacağım. Birinci yazının linki burda

Takımlarımızın form durumları sezon içerisinde değişkenlik gösterse de basınımızın hakkını teslim etmemiz gerekir: Her zaman formdalar...
Çarpıcı manşetler atılıyor, köşe yazarlarının kalemlerinden kan damlıyor, yorumcular ekranlarda esip gürlüyorlar.

Bu sürekli formda kalma durumunun bir de yan etkisi var..

Türk spor basınının arşivlerine şöyle bir göz atacak olursanız, özellikle de büyük takımlarımız hakkında sezon içerisinde yapılan çelişkili yorumlara rastlamanız kaçınılmaz.

Evet, Türk halkı unutkandır..

Tamam, herşeyi abartmayı seven, duygusal, ifratla tefrit arasında ışık hızında seyahat edebilme kapasitesine sahip olan bir toplumuz, ona da kabul..

Yine de birazcık insaf edin sevgili basın mensupları.

Çok değil, 1 ay önce "Dahi" "Türk futbolunun üstüne doğan bir güneş" "Futbol devrimcisi" gibi sıfatlarla selamladığınız teknik adamları, bir iki kötü sonuç sonrası "kompleksli" "inatçı ve futbolu bilmeyen" "korkak" "bilmemne köylüsü, kılığı kıyafeti dökülen şaklaban" ilan etmeden önce, "Yıldızlar Topluluğu" olarak lanse ettiğiniz takımları "Ruhsuzlar Ordusu" olarak yerin dibine batırmadan önce bir soluklanın..

Size kötü bir haberim var:

O dilinizden düşürmediğiniz ve sayfalarca tartıştığınız çift önliberolar, tek forvetler, tabelaya sandığınız kadar etki etmiyor.

Futbolun taktik yanı ve sistemler muhakkak ki önemli, ancak futbolda hatta tüm takım sporlarında, bir gerçeğin önüne geçmek imkansız:

Takımların form durumu, sezon içerisinde birbirini takip eden çan eğrilerini andırır bir şekilde değişkenlik gösterir.

Bu gerçeği kabullenirsek şayet, sezonu 15 Temmuzda açan Galatasaray'ın, Ekim başında Ankara deplasmanında 70. dakikada yürüyecek halinin kalmadığını farkedebiliriz.

Bunu farkedersek ne mi olur?

Kısa süre önce "uzay sistemi" olarak nitelendirdiğimiz Frank Rijkaard'ın 4-3-3'ü için
"B planı yok, haliyle Hikmet Karaman da çözdü sistemi" demeyiz mesela.
Böylece kendimizi rezil etmemiş, okuyucularımıza da saygısızlık yapmamış oluruz.

Aynı şekilde, sezonu Galatasaray'dan iki hafta sonra açmış Fenerbahçe'nin fizik kondüsyon seviyesinin, ne tesadüftür ki Galatasaray'ın tökezlemesinden tam iki hafta sonra düşüşe geçtiğini farkederiz.

Bu durumun, oyunu 70. dakikaya kadar gümbürtüye getirdikten sonra, takımının üstün fizik gücüyle oyundan düşürdüğü rakibini sürklase etmesine yönelik bir oyun planı olan Christoph Daum için ne kadar büyük bir sıkıntı olduğunu kabul ederek, oyuncu değişikliklerini eleştirmekten daha derin yorumlar yapabiliriz.

Takımların sezon boyunca fizik gücü seviyelerindeki değişiklikler ve bu değişikliklerin basındaki sansasyonel yansımalarını araştıracak bir bilimsel çalışmanın çok ses getireceğine inanıyorum..
Share/Save/Bookmark

16 Ekim 2009 Cuma

One minute



Türk Dış Politikası'nda İsrail karşıtı hamlelerin artmasının, "Son Osmanlı Tayyip Erdoğan'ın ayranı kabardı" sığlığında değerlendirilmemesi gerektiğini, Obama yönetiminin taşeronluğunu yaptığımızı düşündüğümü, beş ay önce yazmıştım.

Beş aydan beri söz konusu politika radikalleşerek devam ediyor.
Suriye ile ilişkiler tatbikattan sonra neredeyse entegrasyon anlaşması imzalayacak duruma gelmişken, İsrail Konya'daki uluslararasi tatbikattan çıkarıldı.

Doğrudur, yanlıştır bunu tartışmayacağım, tutarlı olmak kaydıyla hükümetlerin istedikleri dış politikayı gütme hakları vardır, sonuçları da zaman gösterir.

Ancak öyle bir iş yapıldı ki, "one minute" demek durumundayım.

Devlet televizyonunda İsrail karşıtı propaganda dizisi yayınlamak ne demektir Allah aşkına?


İsrail, Yahudi lobisinin himayesi altında bir devlet iken, beyazperde, beyazcam gibi tüm görsel medya da bu lobi tarafından domine edilirken; televizyon dizisi yoluyla İsrail karşıtı propaganda yapmak, Mike Tyson'a yumruk atıp kavga başlatmak kadar haddini bilmez, şuursuz bir eylemdir.

Kıytırık TRT dizisi ile İsrail'e çatmaya kalkarsan, daha ne olduğunu anlamadan Holywood'dan Avrupa sinemasına, uluslararası ağırlığı olan Amerikan dizilerinden yazılı medyaya öyle bir hücüm başlar ki üzerine, "Midnight Express" filmine rahmet okuyup, Oliver Stone'a Antalya Film festivalinde mansiyon ödülü verecek noktaya gelirsin.

Sonra ne mi olur?

Ne olacak, kendi düşen ağlamaz..
Share/Save/Bookmark

4 Eylül 2009 Cuma

Ukrayna'dan yalanlanmak




İlhan Söyler'in Elano hakkındaki yalan haberi Shaktar Donesk'in resmi sitesi tarafından ifşa edildi

Bilgi çağındayız.

Mark Twain'in "Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kere dolaşır" sözü artık geçerli değil. Yalan dolaşmaya başlayınca gerçek ayakkabısını hemen giyiyor günümüzde.

Hatta ayakkabıyı giymeden yalancının kafasına fırlatıyor, mesafe tanımaksızın.

İlhan Söyler'e önerim şu : Madem ar damarı çatladı, Passat'ının da modeli eskimiş, sallama haber yapmak konusunda da sınır tanımıyor, kendisini yalanlayamayacak hayali bir karakter yaratsın.

Örneğin :

"Elano'nun çocukluk arkadaşı Alexandro Marcio Dos Santos de Souza, Elano'nun küçüklüğünde psikopat karakterli bir insan olduğunu, sokak hayvanlarına eziyet edip kızlara orasını burasını gösterdiğini söyledi.

Huylu huyundan vazgeçmez diyen De Souza, Elano'nun Galatasaray'da takım içerisinde problem çıkarmasının kesin olduğunu belirtti"

Bu kıyağımı unutmasın.

Benim anlamadığım bir şey daha var :
Hurriyet gibi bir gazetenin yönetimi uluslarası olarak yalanlanmaya nasıl bir tepki verecek?

Yoksa onlar da umre yazı dizisi sonrası Suudi Arabistan devleti tarafından mı yalanlanacaklar?

Söz konusu kişilerin şeytan taşlamadığı, ülkemizde huzursuzluk çıkarıp "burası nasıl memleket şarap yok mu, Ayşe Arman Kral Fahd ile seks hayatı üzerine konuşmak istiyor " gibi saçma sapan isteklerde bulunarak sınır dışı edildikleri..
Share/Save/Bookmark

20 Ağustos 2009 Perşembe

Kendi düşen ağlamaz




Sevilay Yükselir'in bugün Sabah'da çıkan köşe yazısından bir kesit

...
Polat'ın başı sürekli aleyhine çalışan bir lobiyle büyük belada...
Galatasaray Lisesi mezunları lobisiyle... Bunu duyunca hiç şaşırmadım. Çünkü çok ama çok yakından tanıdığım birkaç mezundan biliyorum, bunlar gerçekten ilginç adamlardır. Mesela dünyanın kendi etraflarında filan döndüğünü sanırlar. Onlar ve onların lisesi olmadan Türkiye aslında bir hiçtir. Onlara göre siyaseti, medyayı ve yargıyı sadece ve sadece bu liseden mezun olmuş kişilerin yönetmesi gerekir. Ve hatta onlara göre lisenin yeni öğrencileri kesinlikle eski mezunların çocuklarından oluşmalıdır (Sınavsız, başvurusuz... Hani özel üretimler ya!)
Her neyse yani bu adamlar nedense kendilerini çok özel kabul ederler...
İşte Adnan Polat'ın başı bu adamlarla belada... Daha önce çok başarısız olmasına karşın salt lise mezunu diye Özhan Canaydın'ın kulübün başında kalmasına göz yuman liseliler şimdi de Adnan Polat'ı kendilerinden olmadığı için yemeye çalışıyorlar. Sürekli Polat'ın aleyhine kulis çevirmeler, yerine kendilerinden biri olsun diye olur olmaz adamlara başkanlık teklif etmeler filan...
Hadi diyelim ki bu onların birer üye olarak en doğal hakları.
Ama bu tayfa, oyunlarını sadece kendi içlerinde oynamıyor, "Kulübün geleceği de sağlam olsun" diye, bu akıl almaz şovenizmi henüz öğrenci olan genç beyinler arasında da yayıyor...
Nasıl mı?
"Gelsinler görsünler, Galatasaray ruhuna yakından tanık olsunlar" düşüncesiyle kulübün üst düzey 400 üyesini Tevfik Fikret Salonu'na davet eden Adnan Polat'ı 100 kadar liseli öğrenciye protesto ettirerek...
Koskoca Galatasaray Kulübü Başkanı'na, adeta, "Sen kimsin ya? Biz seni tanımıyoruz!" imasında bulunmaya çalışan bu genç çocuklar, Polat konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıktığında toplu halde dışarı çıkıp, konuşması bitince de salona geri dönüyorlar!
Çocukların bu terbiyesizce davranışı sergilemesine kim ya da kimler önayak oldu bilmiyorum ama şunu bir kez daha anladım ki, "Allah bizleri bu liselilerin şerrine tesadüf ettirmesin!"
(Lütfen, "Amin" deyin...)


Öncelikle Sevilay Yükselir yazısında önemli bir maddi hata yapmış.
Bahsettiği olay yeni değil, on ay önceki üyeliğe kabul töreninde yaşanmış.
Ayrıca yazısında Galatasaray Liselilere yönelik kullandığı ifadelerdeki asıl niyetin çok yakın çalışırken arasının bozulduğu Fatih Altaylı'ya gönderme yapmak olduğu hissediliyor, neyse konumuz bu değil.

Kulübün üst düzey 400 üyesi olarak bahsettiği grup, kulübe yeni üye olmuş ve törenle mazbata alıcak 526 kişiden ibaret.
Bu 526 Galatasaraylının yarısı liseden gelen üyeler, diğer yarısı ise B ve C kategorilerinden üye olan kişilerdi.

(Bilmeyenler için not:
Galatasaray'ın tüzüğüne göre yeni üyelik için A, B ve C tipi üye adayları vardır.
A tipi üyeler Galatasaray Lisesi mezunlarıdır, onlar için giriş ücreti 600 TL'dir.
B tipi üyeler, halihazırdaki üyelerin birinci dereceden akrabalarıdır ve giriş aidatı 2500 TL'dir.
C tipi üyelik ise bunun dışında kalan kişilerdir ve giriş parası 10000 TL'dir.
Her sene aktif üye sayısının %3'ü kadar yeni üye alınır, öncelik sıralaması da A,B ve C tipi üyelik olarak sıralanır)

Bu yazıdaki olayın yaşandığı gün ben de Tevfik Fikret salonundaydım, ancak Başkan'ın konuşmasından sonra geldiğim için yaşanan olayı görmedim.
Yeni üye olan lise mezunu gençler Adnan Polat'ı dinlemeyerek bir protesto gerçekleştirmişler, yazının bu kısmı doğru.

Bu noktada eleştirinin büyüğünü Adnan Polat haketmektedir.

Kendisinin konuşmasını dinlemeyecek kadar hasmane tutum içerisindeki yüz, belki de daha fazla kişinin hem de usülsüz* bir şekilde üye yapılmasının altına imza atarak Adnan Polat müthiş bir idari zaaf içerisine girmiştir.

Dünyanın hiçbir yerinde yönetici konumundaki bir kişi, kendisine karşı ideolojik sebeplerle önyargılı yaklaşan bir kitleyi, seçme yetkisi olan bir kurula kolayca üye yapmaz.

Adnan Polat insani ilişkilerde başarılı olduğuna inanan bir Başkan.

Galatasaray Lisesi'ni yücelttiğini, liseli üyelere özel önem verdiğini ve lise hassasiyetlerine saygı gösterdiğini savunuyor.
O yüzden de liseli olmadığı için onun altını oyacak, devirmek isteyecek bir muhalif grubun marjinal bir kitleden ibaret kalacağını düşünüyor, bu konuda herhangi bir tehdit algısı yok.

Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.

Bu kadar tedbirsiz ve naif olarak, bırakın Galatasaray gibi grift bir camiayı, "Hipopotam Sevenler Derneği" ni bile yönetemezsiniz.

Mart ayındaki seçimi kaybetmesi halinde Adnan Polat herşeyden ve herkesten önce kendisini suçlamalıdır.

Kendi düşen ağlamaz

* Usülsüzlük meselesi şu :
Söz konusu 526 kişilik üye alım furyasında, lise kontenjanından üye olanların toplu başvuru yaptığı, adayların üyelik formlarını bizzat imzalamadığı ve 600 TL'lik giriş ücretinin 3-4 kişi tarafından toplu olarak ödendiği iddia edildi.

Üye olanlar içerisinde Fenerbahçe'yi tutanlar olduğunu bizzat biliyorum.
Share/Save/Bookmark

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Dalya



Şaka maka 100. posta gelmişiz, vakit ayırıp da takip eden herkese çok teşekkür ederim.

Yüzüncü yazı da Sergen Yalçın'a kısmet oldu, zira kendisi gece gece çok güldürdü beni.

Aynen aktarıyorum :

" Bu Avrupa'ya transfer işleri kolay değildir. Mesela benim Almanya milli maçından sonra Bayern Munchen'e transfer durumum olmuştu, adamlar bir araştırmışlar ( bu noktada pis pis sırıtır) almadılar. "

Severim Sergen'i delikanlı adamdır.

Çalışsaydı, sapıtmasaydı Real Madrid'de oynardı geyiklerine girmeyeceğim hiç.

Bence Sergen saçı başı ayrı oynamayan her adam gibi Türk toplumundan haketmediği eleştiriler almıştır.
Adam Real Madrid'de oynamadı ama mutlu oldu belki, size mi düştü kaygısı?

Çok takım dolaştı, hiçbirinde maymunluk yapmadan, Beşiktaşlılığını gizlemeden oynadı.

Lucescu yönetiminde Galatasaray ve Beşiktaş'ta gördüğümüz üzere kafası rahat olduğunda ve idare edildiğinde tek başına alamayacağı maç da yoktu, büyük yetenekti.

Yorumcu olarak da arada güldürüyor bizi, keşke futbol dünyasının her figürü Sergen Yalçın gibi olsaydı.
Share/Save/Bookmark

14 Ağustos 2009 Cuma

Ah be Ömer Abi




Milli futbol takımımızın 3-0 yendiği Ukrayna maçını TRT ekranlarında yorumlayan Ömer Üründül, dün geçirdiği talihsiz bir iş kazasının ardından ameliyat edilmek üzere ambulans uçakla Türkiye'ye dönüyor.

Maçın bitiş düdüğünün ardından yayının son bulmasıyla, kendileri için hazırlanan derme çatma yayın kulübesinden aşağı inmeye çalışan Üründül, merdivenlerden ayağının kayması ile yaklaşık 8 metrelik yükseklikten yere düştü.

Üründül acilen hastaneye kaldırdı ve ilk müdahalesi burada yapıldı. Çekilen röntgen filmlerinin ardından Fibula kemiğinin kırıldığı anlaşılan Üründül, doktorların ameliyat olması için yaptıkları teklifi reddederek ameliyatı Türkiye'de olmak istediğini söyledi.

Şu anda ambulans uçakla Türkiye'ye dönen spor yorumcusu Ömer Üründül yaşanan talihsiz kaza ile ilgili şunları söyledi:
"Ukrayna'da ne yayın imkanları düzgündü ne de yayın kulübesi. Çok yüksek bir yerde bize derme çatma bir yer verdiler. Ne inmek ne de çıkmak mümkündü zaten. Maçtan sonra o kulübeden inerken merdivenlerinde ayağım kaydı ve çok kötü düştüm. Buna da şükür tabi. Düştüğüm sırada kafamı da çarpabilirdim. 7-8 metreden düşüp de kazayı bununla atlatmakta önemli bir şans..."


Olacağı buydu be Ömer Abi, geçmişler olsun..

Tamam anladık, futbol senin tutkun, hiçbir ücret talep etmeden nereye çağırıyorlarsa gidip yorumculuk yapıyorsun, seyahatleri de bedavaya getiriyorsun..

Biliyoruz çok da efendi adamsın.

Bunların hepsine eyvallah dedik ama bak başına neler geldi?

Eh be Abi; şu ahir ömründe düzene de bir kere karşı gelseydin..

O kadar servet sahibi adamsın, Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı, Milli Takım'ın Dünya Üçüncülüğü'nü kazandığı tarihi maçlarda görev almış yorumcu olmak gibi de bir titrin de var.

Ne işin var senin derme çatma yayın kulübesinde? Ne olurdu "yorumlamıyorum kardeşim bu maçı" deyip normal trübüne geçsen?

Hatta kendini aşsan ne olurdu, şu kıytırık maçı terkedip otelde alem yapmaya gitsen?

Şu bloklar arası bağlantıyı kendi haline bırak, kır zincilerini artık sevgili Ömer Üründül..
Share/Save/Bookmark

23 Temmuz 2009 Perşembe

Vay ayı vay



Zamanında "Asabi" diye bir gazete vardı.

Türkücü İbrahim Erkal, oynadığı dizide rol icabı Emine Ün'e havuz başında tokat atması gerektiğinde, kendini rolüne aşırı kaptırıp, kızcağızın havuza düşerek baygınlık geçirmesine sebep olmuştu. Asabi gazetesi de Erkal için yazının başlığını uygun görmüştü.


Emre Aköz'ün bugünkü yazısını okuyunca o başlık geldi aklıma nedense.
"Savcının dediği mezhep hangisi? " başlıklı, aynı zamanda bir Türkçe şaheseri olan yazının bir kısmı da aşağıda :


"Konuyu 'içeriden' bilen Gündel, yüksek yargının, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından uzun yıllardır sistemli biçimde siyasallaştırıldığını söyledi.Gündel, Yavuz Baydar'a bazı kararların mezhepsel kaygılarla da alındığını belirtti.Gerçekten de yüksek yargı kadroları belli bir mezhepten hukukçuların hâkimiyetinde mi?Nüfusun yüzde 15'ini oluşturan bir mezhep üyelerinin, yüksek yargıdaki koltukların diyelim ki yüzde 50'sine oturmaları normal mi?Hele hele, bu mezhepten vatandaşlar, istisnalar haricinde, kitlesel olarak CHP'yi destekliyorsa... Darbe amaçlı cumhuriyet mitinglerinde aktif olarak yer aldılarsa... Ergenekon'un hükümetin uydurması olduğu propagandasını yapıyorlarsa... Zihinler karışmaz mı?

Not: "Sol kesim niye Ergenekon davasına uzak duruyor" diye soranlar, olayı bu açıdan da düşündü mü? "


Yazarımıza göre memlekette derhal bir din/mezhep sayımı yapılmalı ve yüksek yargıdaki koltuklar bu oranlar ölçüsünde dağıtılmalıdır.
Ayrıca "darbe amaçlı miting" diye bir kavram vardır. Bu mitinglerde tek cam kırılmamış, kimsenin burnu kanamamış olsa da söz konusu mitingler darbe amaçlıdır. Zaten demokrasilerde miting diye bir kavram yoktur.


Haklısınız, gazetelerde yazan her türlü saçmalığı buraya taşıyacak olsam bütün gün blog yazmam gerekir..

Öte yandan, bu yazıyı yazan şahıs ve benzerlerinin liberalizm gibi saygın bir düşünceyi savunduklarını iddia etmeleri kanıma dokunuyor.

Liberalizm, böylesi dangalaklara bırakılmayacak kadar önemli ve gereklidir bu ülke için.


Ak Parti, %47lik şeçim zaferi sonrası bu ülkede sağlam bir demokrasi yerleşmesi adına çaba göstermeye niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu.
1982 Anayası'nın bürokrasiye tanıdğı imtiyazları kaldırmak yerine, o imtiyazların üzerine büyük bir keyifle oturmak istediklerini gizlemiyor Ak Parti yöneticileri ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül.

Bu durumun gerekçelerini kısaca özetleyelim:

Devletin tüm kademelerinde, kendi "camia" ları dışında bir tane atama yapmadılar..

Kendilerine sert (silahsız olanları kastediyorum) muhalefet eden unsurları hapise gönderip, daha üsturuplu gidenleri vergi yoluyla cezalandırdılar.

Gerçek bir liberal demokrat partinin yapması gerektiği gibi devleti ekonomiden süratle çekeceklerine, kendi zenginlerini ve medyalarını yarattılar.
Demokrasimizin en büyük eksiği olan "Siyasal Partiler Kanunu" değişikliği hakkında en ufak bir adım atmadılar. Ak Parti içerisinde demokratik bir ortamdan söz etmek de mümkün değil. Tayyip Erdoğan ne derse o oluyor.


Bu şartlar altında ülkedeki samimi liberaller, böylesi bir rövanşizmin suç ortağı olmamak için Ak Parti'den desteklerini çektiler.
Zaten liberalizmin ruhunda hükümet dahil herhangi bir kuvvet unsuruna angaje olmak yoktur. Bireylerin her zaman devlet tarafından kısıtlanmaya mahkum haklarını korumak esastır.

Maalesef söz konusu samimi liberallerin sayısı çok azmış ki ortalık yukarıda örneği görülen hokkabazlardan geçirmiyor.

Hele ki bu güne kadar bir tane kesinleşmiş karar çıkmamış olan Ergenekon davasında, masumiyet karinesini es geçerek sanıklar aleyhine yaptıkları kara propaganda inanilmaz boyutlarda.


Şu sıralar Türkiye'de sivil ve çağdaş bir demokrasi kurulmasının önündeki en büyük engel; liberal olduğunu iddia ederek, yaptıkları ajitasyonlarla milleti aptal yerine koymaya çalışan çapsızlardır.


Başlığa neden Emine Ün fotoğrafı mı koydum?
Ne yani, yazının ana fikrini oluşturan şahsiyetlerden birinin sıfatını mı tercih ederdiniz?

Share/Save/Bookmark

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Türkiye'nin makus talihinin tek cümlelik özeti



Bu ülkede namus, Baykal ve benzerlerinin sevimsiz kısırlığıyla özdeşleştiği içindir ki, namussuzluk, iş bilir ve karizmatik olmanın bir koşulu sayılmaktadır.


Mine Kırıkkanat

Share/Save/Bookmark

19 Haziran 2009 Cuma

Nasıl bir psikolojik savaş bu?



Havaların ısınması, keyifsizlik, alkol tüketiminin artması derken yazıları aksattık, eksikliğini hisseden varsa affola.


Yazıları aksatmamızda gündem boşluğunun da etkisi var muhakkak.


Sonuna geldiğimiz hafta gündem biraz hareketlenir gibi oldu :

Haftanın en önemli hadisesi, hükümet ve Fethullah Gülen cemaatini bitirme planlarının yazılı olduğu iddia edilen "belge" olayı idi.


"Darbeye elbette karşıyız, böyle birşey varsa sorumlular cezalandırılmalı, belgenin doğruluğu araştırılmalı, ordu gözbebeğimizdir, Türkiye'ye demokasi ne zaman gelecek, cuntalara hayır"


Yukardaki beylik cümlelerle dolu onlarca klişe yazı çıktı gazetelerde..

Yazarları da hoşgörmek gerekir, konu sıkıntısı çekiyorlar..Kalemlerin hemen hepsinin de dokunamayacağı bam telleri var. Bu şartlar altında da hiçbirşey söylemeden konunun etrafında dolanıp duruyorlar şekil 5'te görüldüğü üzere.


Biz lafı geveleyip uzatmadan fikrimizi direkt olarak söyleyelim.


Söz konusu belge gerçek de olsa, sahte de olsa farketmez: Olay, Taraf gazetesi eliyle yürütülen psikolojik bir savaştır.

Bu belge karşısında veryansın edenlerde samimi bir demokrasi kaygısı olsa, yapılması gereken belgeyi basına sızdırmak değildir.
Olayı gizlice soruşturmak, sorumluları cezalandırmak, gerekirse de komuta kademesinin istifasını istemektir.


Tayyip Erdoğan ile İlker Başbuğ'un görüşmesinin olumlu sonuçlanması, sonra da AK Parti'nin savcılığa başvurması gibi manevralar ise yalancı pehlivanlıktan ibarettir.


Kamuoyu nezdinde Silahlı Kuvvetler'e karşı yürütülen psikolojik savaşın zamanlaması da dikkat çekici.

Zira sonbaharda AK Parti'ye açılması muhtemel kapatma davasının dedikodusu iyice ayukka çıktı.

O davadan önce bürokrasiye karşı bir baskın taaruz ile mevzi kazanma çabasına girmiş olabilirler.


Peki başarılı olacaklar mı?

Militer mantığa uzak biri olarak, askerin hakkını verdiğim bir yönü vardır :

Psikolojik savaşı iyi bilirler.


O yüzden, Silahlı Kuvvetler içerisinde hükümet ve cemaat karşıtlığını radikal düzeyde yaşayanların, şu anda kendilerine karşı yürütülen psikolojik savaş karşısında kahkahalarla güldüklerini düşünüyorum.


Neden mi?


İki sebepten..


1- İçlerinde darbe yapma veya muhtıra verme heveslisi olanlar varsa, en sevdikleri ortam oluşmuş durumdadır.

Darbeler tarihine bakarsanız, hemen hepsinde müdahele öncesi darbe söylentileri, türlü dezenformasyonlar eşliğinde uzun süre tartışılmıştır.


"Şuyuu vukuundan beterdir" sözü darbe ortamı yaratmak için fazlasıyla geçerlidir.


2- Silahlı Kuvvetler gibi kapalı devre yaşayan topluluklarda, kendilerine yönelik bir saldırı olduğu hissi uyanırsa, tüm görüş ayrılıkları unutulur ve sıkıca kenetlenilir.


Bir kediyi duvara sıkıştırır ama tamamen etkisiz hale getirmezseniz sizi tırmalar.


Elinde tüfek olan birini köşeye sıkıştırırsanız şayet, en iyi ihtimalle kafanıza dipçikle vurur.


İran'daki gelişmelerin de Türkiye'ye yansımaması imkansız.


Yaz boyunca konu sıkıntısını fazla çekmeyeceğiz gibi gözüküyor.

Share/Save/Bookmark

24 Nisan 2009 Cuma

Köyün delisinden Arda'nın cezası


Buraya şimdiye kadar hiçbir alıntı yazı koymadım, ancak Arda'nın aldığı cezası ile ilgili ne düşünüyorsam, Bilgin Gökberk fazlasıyla yazmış.


Liseden abimdir diye övmüyorum, hemfikir olmadığım çok konu vardır Bilgin Gökberk ile, böyle kayırmacılıklara karşı durduğumu da bilen bilir.
Ortalamanın altındaki zekaların düzenine boyun eğmeyi, kurallara uygun yaşamak zanneden bir toplumuz maalesef


Buyrun efendim yazı aşağıda :



Allah müstahakınızı versin, bedduam demokratik olsun
24 Nisan Cuma 2009


Metin Oktay’ın spor yazarlığı yaptığı o dünler...
İstanbul’da bir maça geliyor.
Kapıdaki görevli “kart” soruyor.
Gösteriyor.
“Bu İzmir kartı, burada geçmez, İstanbul kartı yok mu?”
O sırada yanından onun bunun osu busu, şunun bunun şusu busu filan geçen geçene...
Elini kolunu sallayan içeri giriyor.
Kral’ın kafası takılıyor.
“Var”diyor.
Ve bir kafa atıyor görevliye.
“Bu da İstanbul kartı”
Ve...
Yumuşak, yufka yürekli, sporcu ruhlu o adamı bile bu hale getirmişler.
Yuh!
Ve...
Aslan onlar aslan!
Danimarka’dan ithal ettik onları.
Ve...
Gurur duyuyoruz onlarla.
***
Şu Arda olayı...
Tam Aziz Nesin’lik.
Tam!
Onu soyunma odasına sokmayanı, raporuna yazanı, cezayı verecek olanı alkışlıyoruz.
Onlar da birer aslan.
Onlar da ithal.
Herhalde.
Ve...
Bu olayı köşelerde ekranlarda buzzz gibi yorumlayanlar...
Evliya torunları, Allah’ın hatasız kulları, etik oğlu etik, zemzemle yıkanmış pürüpak köşeciler...
Onlar da aslan.
Onlar da ithal.
Herhalde.
Onlarla da gurur duyuyoruz.
Ve...
Allah hepsinin müstahakını versin.
Bildiğim en demokratik ve Milliyet’e en uygun beddua bu.
Ve...
Dünyanın en eksantrik bu şehrinde, dünya kurallarına uyarak yaşamak istemenin bedeli, her gün bu tip bir gerzekliğe isyan etmek herhalde.
Aşık olduğumuz bu şahane şehir, hanzoya, düzensizliğe, iş bitiriciliğe peşkeş çekilmiş.
Sonradan görmenin 3-5 kuruşuna teslim olmuş.
Farkındayız.
Yol geçen hanı!
Biliyoruz.
Kimler nerelere giriyor.
Görüyoruz.
Ne hanzolar ne hırtlar ne ne itler uğursuzlar...
Arda kendi soyunma odasına giremiyor.
Bu berbat bir durum.
Üstelik kapıdaki haklı.
Görüntü böyle.
Bu da en berbatı.
Ve...
Şu Arda’yı soyunma odasına almayan o adamın rüyasına, o koridorlara almaması gerekirken aldıkları bir gece birer birer girerler inşallah.
Ve karabasan olur basarlar onu.
Ben de rüyasında basarım onu inşallah.
Ve...
Kurallar bence de uygulansın.
Herkese ama...
Ve...
Yemişim böyle uygulamayı.

POLAT, CANAYDIN’IN YERİNE OTURMAYACAĞINI BİLSE HEP CEZA ALIR

TFF Polat’a “abuk sabuk konuşma” demiş ceza vermiş.
Şerefe giremiyor.
Cezanın çekiliş şekli de abuk sabuk.
Yöneticileriyle, arkadaşlarıyla, dostlarıyla ha ha, hi hi locada
izliyor maçı Polat.
Misafirlerini ağırlıyor.
Kameralar sık sık onu gösteriyor.
Nasıl keyifli ve mutlu ve huzurlu.
Ve...
Allah aşkına neresi ceza bunun?
Ve...
TFF ”kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız” demiş.
O gördükleri sevinç gözyaşları.
Şerefin sıkıcı ortamından kurtulmanın sevincinin yaşları.
Karıştırmasın TFF.
Saraçoğlu’nda Fener Başkanı da cezasını bir locada kah kah kih kih çekti.
İnönü’de Beşiktaş Başkanı da...
Beşiktaşlı, Bursa’ya gidemezken, Demirören polislerle, devlet korumasında rakip seyirciye ayrılan tribünde maç seyretti Bursa’da.
Üstelik cezalıydı.
Kahraman oldu.
Ve...
Polat’a ve diğerlerine sorun, nerede maç izlemeyi tercih ederler?
Koyu renk elbiseli, tatsız tuzsuz asık suratlı gergin adamlarla protokolde mi?
Arkadaşlarıyla, eşi dostuyla yiyerek içerek, eğlenerek bir locada mı?
Üstelik...
Cezalı bile olsalar, maç sonrası kameralara konuşuyorlar, dedikleri gazetelerde yayınlanıyor.
Caydırıcı bir tarafı da yok.
Polat, Canaydın’ın gelip o yokken yerine oturmayacağindan emin olsa, sık sık ceza almak bile ister.
Ali Sami Yen’in şerefi, kümesi bozar.
Üste çıkar.
Ohh!
Taraftar arasında prim de yapıyor bu işler.
“Büyük Başkan” filan...
“Kulübünün haklarını yedirmedi aslan Başkan” falan...
Arkadaşımın anneannesi maçı seyrederken “hani cezalıydı Polat” demiş.
Yorumun kralı da anneanneninki...
Anneanne bile sıradışı kalıyor, bizimkilerin yanında.
Ha ha!
***
Saraçoğlu’nda bir yönetici bir yöneticiye şerefte, bakanın, valinin, emniyet müdürünün yanında “seni evden aldırırım” dedi.
Aynı bakanın, emniyet müdürünün, valinin yanında, bir başkan bir yöneticiye ”esas ben seni aldırırım” dedi
Bir yönetici Ali Sami Yen’de bir yöneticinin anasına küfür etti.
Duyuldu.
Döndü.
Hakeme etmiş.
Miş.
İnönü’de bir başkan, MHK başkanına şerefte, herkesin içinde analı babalı küfür yolladı.
Hem de PFDK başkanı vasıtasıyla.
Saraçoğlu’nda, akredite olmayanın girememesi gereken bir bölgede, bir Fenerli taraftar, Beşiktaşlı bir futbolcuyu dövdü.
Bunlar hemen aklıma gelenler.
Daha tonla var.
***
Arda’nın alınmadığı o bölgeye, Göksel Gümüşdağ’ın halaoğlu gelse girer, çevirmezler.
Alırlar.
Kraldan çok kralcıdır onlar.
Gümüşdağ “alma” dese bile alırlar.
Emre Belözoğlu gelse, cezalı olsa bile girer mesela.
Kapıdakinin kayınçosu da girer.
Belediyenin bilmem ne müdürü de...
Gelen herkesi isterlerse, bir yolunu bulup sokarlar içeriye.
Arda’yı almak istememişler.
Özü bu hikayenin.
Gerisi hikaye.
Ve...
Arda locada başkanıyla seyretti o maçı.
Pazar sahada kavga etmiş, pazartesi sevgilisiye Kıbrıs’a kafasını dağıtmaya göndermişti kulübü.
Dönünce, antrenmanda başkanı ona sarılmış, espriler yapmış, güldürmüştü.
Unutmuştu soyunma odasına inerken belki cezalı olduğunu.
Hatta futbolcu olduğunu...
Bu da aklıma gelmedi değil.
***
Ve...
Tam sırası galiba...
Eski eşimin babası Hasan Kazankaya.
Tanıyanlar bilir, eşi benzeri olmayan biriydi.
Allah rahmet eylesin.
Yine eşi benzeri olmayan bir gece kulübü açmıştı.
Kapıya “içeri sap map alma, tanımadığın kimseyi hiç alma” demiş.
Erol Simavi mi gelmiş ne, bir gece tek başına.
Almamış kapıdaki.
Üstelik Hasan Abi’nin yakın dostlarından Erol Bey ve bir imparator o dünlerde.
-Niye almadın oğlum manyak mısın, burayı o gelsin diye açıyoruz sen onu almıyorsun?
-“Sap alma” dediniz.
-Ulan Erol Simavi o.
-Tanımıyorum ki.
O sırada 5-10 sap girmiş içeriye.
Hasan Abi iyice delirmiş.
-Bu herifler kim?
-Kayınçomun arkadaşları, köyden geldiler, bir girip çıkacaklar.
-Bunlar sap değil mi, çift mi, homo mu bunlar, niye alıyorsun?
-Tanıyorum, iyi çocuklardır.
Bir de şu...
Bodrum’da iki sap ve Yunanlı bir homoseksüel çift, sabaha karşı bir yere gittik.
“Saplar giremez ama siz arkadaşınızla girin Bilgin Bey, o ikisini alamayız özür dileriz” dedi kapıdaki.
“Sap olan biziz, onlar çift, esas onları al sen” demiştim.
Ne gülmüştük.
Ve...
Bir kere tutuldum ya herife.
Onları soktuk.
Biz girmedik.
İki sap başka bir yere gittik.


Share/Save/Bookmark

17 Nisan 2009 Cuma

Ajan provakatör




Hakan Ünsal, nam- ı diğer Küçük Hakan..


Şu an Galatasaray'ın içerisindeki en büyük nifak tohumlarını Hakan Ünsal ekti, takım içerisindeki uyumu, başta Lincoln yabancılar aleyhine sürdürdüğü sistematik bir propaganda ile bozdu.


Tüm sorunların suçlusu tabii ki o değil, ancak provakasyonu en açık şekilde yapan kişi olarak, Galatasaray taraftarlarının en tiksindiği kişi konumunda sağlam bir yeri var.


Galatasaray zor duruma düştüğü zaman, gizleyemediği sevinci suratında parıldıyor.

Tıpkı kötü niyetini ve hayata paradan ibaret, şovenist bir gözlükle baktığını gizleyemediği gibi.


Florya çevresinde gezmesine müsaade eden herkes suçludur.
Bülent Korkmaz takımın başındaki üçüncü antremanında kendisini yanı başında oturtarak kariyerine çok büyük bir eksi ile başladı, bundan sonra toparlaması da zor görünüyor.

Blackburn'de yedek beklerken Galatasaray'a geri alındığında,
"Fatih Hoca için geldim" açıklamasını yaptığı an, aynı uçakla kendisini geri gönderecek basirette bir yönetim anlayışı hakim olsa idi keşke Galatasaray'da..Bugün Florya'da çok farklı bir ortamdan, çok büyük hedeflerden bahsediyor olurduk.




Share/Save/Bookmark