30 Temmuz 2009 Perşembe

El elden üstündür



Galatasaray Kulübü Mali Genel Kurul Toplantısı'nda, yönetim kurulu üyesi Haldun Üstünel'in 1999 yılında aldığı geçici ihraç cezasının onaylanmasını isteyen önerge reddedildi. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı Anadolu Auditorium Salonu'nda yapılan toplantıda, 44 üyenin imzasıyla gündeme taşınan önergeyle, kulüp disiplin kurulunun 2 Haziran 1999 tarihinde Haldun Üstünel ve Kerim Üstünel için, o dönem kulüp başkanı olan Faruk Süren'e VIP tribününde küfür ettikleri gerekçesiyle verilen geçici ihraç cezalarının onaylanması istendi. Galatasaraylı taraftarların geçen haftalarda ''İçimizden biri'' diye Ali Sami Yen Stadı'nda pankart açtığı yönetici Haldun Üstünelin, geçmişte aldığı disiplin kurulu cezasının onanması isteği, 18'e karşı 78 oyla reddedildi.


Bir yanda Galatasaray'a Kewell, Baros, Meira, Rijkaard, Neeskens, Keita gibi değerleri hem de maddi olarak çok uygun fiyata kazandıran, (Keita ve Elano, Topuz- Özer ikilisinden daha ucuza maledildi, Elano ile İsmail Köybaşı'nın maliyetleri eşit) bu başarılarının da hiç reklamını yapmayan Haldun Üstünel.


Öbür yanda Galatasaraydaki yöneticilik kariyerlerinde Inamoto, Heinz transferleri; Ribery' nin 100 bin Euro için kaçırılması gibi fiyaskolara imza atanlar ve onların peşinden gidenler.
44 kişi imza toplayıp da iş akşamüstü oy vermeye gelince 18 kişi kalacak kadar basiretsiz yancılar topluluğu.


Haldun Üstünel'in yonetimden düşürülmesi için yapılan oylamada Genel Kuruldaydım. Aleyhine söylenenlerle ilgili cevaben çıkıp tek kelime etmedi. "Eylemler, sözlerden daha yüksek sesle konuşur" sözüne inananlardanmış o da..


Yanıtını icraatlarıyla verdi.


Hakkında o kadar çirkin bir karalama kampanyası yürütüldü ki, (saçıyla başıyla uğraşmak bile dahil bu çirkinliklere) camia kulislerinde (!), Başkan Adnan Polat'ı yıpratmamak için son seçimde yönetime girmek istemedi.


Demek ki örümcek kafalılar amaçlarına ulaşssalardı, yukarıda sayılan yıldız isimlerin hiçbiri şu an Galatasaray'ın bünyesinde değildi.


Çapsızlıklarını "gelenekçilik" kisvesi altında gizlemeye çalışan, düşünce sistemleri 17 yaşına takılı kalmış kifayetsiz muhterisler!


Artık kabul edin, Galatasaray Spor Klübü sizin boyunuzu, çapınızı aştı. İdrak edemiyorsunuz gelinen noktayı, hala şekilleri tartışmaya mahkumsunuz.

Evet kabul edin, el elden üstündür. Size düşen tek şey var artık:
Şakşakçılıktan başka hiçbir işe yaramayan ellerinizi Galatasaray'ın üstünden çekin..


Derhal!

Share/Save/Bookmark

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Haftanın Sözü



En çirkin yalan, çocuğa ve halka söylenen yalandır. Çünkü her ikisi de kolay kanar.


Lord Brougham

Share/Save/Bookmark

23 Temmuz 2009 Perşembe

Vay ayı vay



Zamanında "Asabi" diye bir gazete vardı.

Türkücü İbrahim Erkal, oynadığı dizide rol icabı Emine Ün'e havuz başında tokat atması gerektiğinde, kendini rolüne aşırı kaptırıp, kızcağızın havuza düşerek baygınlık geçirmesine sebep olmuştu. Asabi gazetesi de Erkal için yazının başlığını uygun görmüştü.


Emre Aköz'ün bugünkü yazısını okuyunca o başlık geldi aklıma nedense.
"Savcının dediği mezhep hangisi? " başlıklı, aynı zamanda bir Türkçe şaheseri olan yazının bir kısmı da aşağıda :


"Konuyu 'içeriden' bilen Gündel, yüksek yargının, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından uzun yıllardır sistemli biçimde siyasallaştırıldığını söyledi.Gündel, Yavuz Baydar'a bazı kararların mezhepsel kaygılarla da alındığını belirtti.Gerçekten de yüksek yargı kadroları belli bir mezhepten hukukçuların hâkimiyetinde mi?Nüfusun yüzde 15'ini oluşturan bir mezhep üyelerinin, yüksek yargıdaki koltukların diyelim ki yüzde 50'sine oturmaları normal mi?Hele hele, bu mezhepten vatandaşlar, istisnalar haricinde, kitlesel olarak CHP'yi destekliyorsa... Darbe amaçlı cumhuriyet mitinglerinde aktif olarak yer aldılarsa... Ergenekon'un hükümetin uydurması olduğu propagandasını yapıyorlarsa... Zihinler karışmaz mı?

Not: "Sol kesim niye Ergenekon davasına uzak duruyor" diye soranlar, olayı bu açıdan da düşündü mü? "


Yazarımıza göre memlekette derhal bir din/mezhep sayımı yapılmalı ve yüksek yargıdaki koltuklar bu oranlar ölçüsünde dağıtılmalıdır.
Ayrıca "darbe amaçlı miting" diye bir kavram vardır. Bu mitinglerde tek cam kırılmamış, kimsenin burnu kanamamış olsa da söz konusu mitingler darbe amaçlıdır. Zaten demokrasilerde miting diye bir kavram yoktur.


Haklısınız, gazetelerde yazan her türlü saçmalığı buraya taşıyacak olsam bütün gün blog yazmam gerekir..

Öte yandan, bu yazıyı yazan şahıs ve benzerlerinin liberalizm gibi saygın bir düşünceyi savunduklarını iddia etmeleri kanıma dokunuyor.

Liberalizm, böylesi dangalaklara bırakılmayacak kadar önemli ve gereklidir bu ülke için.


Ak Parti, %47lik şeçim zaferi sonrası bu ülkede sağlam bir demokrasi yerleşmesi adına çaba göstermeye niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu.
1982 Anayası'nın bürokrasiye tanıdğı imtiyazları kaldırmak yerine, o imtiyazların üzerine büyük bir keyifle oturmak istediklerini gizlemiyor Ak Parti yöneticileri ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül.

Bu durumun gerekçelerini kısaca özetleyelim:

Devletin tüm kademelerinde, kendi "camia" ları dışında bir tane atama yapmadılar..

Kendilerine sert (silahsız olanları kastediyorum) muhalefet eden unsurları hapise gönderip, daha üsturuplu gidenleri vergi yoluyla cezalandırdılar.

Gerçek bir liberal demokrat partinin yapması gerektiği gibi devleti ekonomiden süratle çekeceklerine, kendi zenginlerini ve medyalarını yarattılar.
Demokrasimizin en büyük eksiği olan "Siyasal Partiler Kanunu" değişikliği hakkında en ufak bir adım atmadılar. Ak Parti içerisinde demokratik bir ortamdan söz etmek de mümkün değil. Tayyip Erdoğan ne derse o oluyor.


Bu şartlar altında ülkedeki samimi liberaller, böylesi bir rövanşizmin suç ortağı olmamak için Ak Parti'den desteklerini çektiler.
Zaten liberalizmin ruhunda hükümet dahil herhangi bir kuvvet unsuruna angaje olmak yoktur. Bireylerin her zaman devlet tarafından kısıtlanmaya mahkum haklarını korumak esastır.

Maalesef söz konusu samimi liberallerin sayısı çok azmış ki ortalık yukarıda örneği görülen hokkabazlardan geçirmiyor.

Hele ki bu güne kadar bir tane kesinleşmiş karar çıkmamış olan Ergenekon davasında, masumiyet karinesini es geçerek sanıklar aleyhine yaptıkları kara propaganda inanilmaz boyutlarda.


Şu sıralar Türkiye'de sivil ve çağdaş bir demokrasi kurulmasının önündeki en büyük engel; liberal olduğunu iddia ederek, yaptıkları ajitasyonlarla milleti aptal yerine koymaya çalışan çapsızlardır.


Başlığa neden Emine Ün fotoğrafı mı koydum?
Ne yani, yazının ana fikrini oluşturan şahsiyetlerden birinin sıfatını mı tercih ederdiniz?

Share/Save/Bookmark

21 Temmuz 2009 Salı

Makale



Şimdi reklamlar..


Yazarınızın, Türk Dış politikası ile ilgili bir makalesi Almanya'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından "Das Progressive Zentrum" 'un web sitesinde yayınlandı.


Bu yazıyı hazırlarken manevi destek veren tüm sevenlerime Pulitzer ödülünü aldığım zaman teşekkür edeceğim için, şimdilik es geçiyorum..


Almanca bilenler için link burada


Yazının genişletilmiş Türkçe meali ise şöyle :


Altı yüz yıllık ömrünün iki yüz yılını dünyada hegamon olarak geçiren Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olan bir ülke olarak, seksen beş yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti genç ve tecrübesiz olarak nitelendirilebilir.

Türkiye, ordunun başını çektiği bir bürokratik elit tarafından, 1. Dünya Savaşı’nın enkazı üzerine inşa edildi. Söz konusu bürokrasi, Osmanlı İmparatorluğu' nun Ortadoğu ile olan tüm bağına karşı reddi miras anlayışı içerisinde oldu. Bunda, Arapların 1. Dünya Savaşı'nda Türk ordusuna ihanet ettiği düşüncesi de etkendir.

Bugün ise Anadolu burjuvasının temsilcisi olan AKP, iktidardaki yedinci yılını sürdürmektedir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki Osmanlı mirasına karşı mesafeli duruş son yıllarda değişmiş, AKP hükümeti uluslararası ilişkilerde Osmanlı kökenini ön plana çıkartmaya başlamıştır.

Başbakan' ın dış politikada en güvendiği isim, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu.
Başbakan, 7 yıldır danışmanlığını sürdüren Davutoğlu’nu, Mayıs ayında Dış İşleri Bakanlığı’na getirdi.
Davutoğlu’nun akademik kariyeri kadar dikkat çeken bir diğer husus, AKP kabinelerinde ilk kez olarak parlamenter olmayan birinin bakanlığa getirilmesidir.
Bu durum özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Prof Dr. Davutoğlu’na duyduğu güvenin boyutunu ortaya koyuyor.

Davutoğlu, "Stratejik Derinlik" adlı kitabında, Türkiye Cumhuriyeti'in unuttuğu Osmanlı mirasına sahip çıkıp, merkez devlet olarak kültürel mirası paylaşan çevre ülkelere etki etmesi gerektiğini savunur. Akademisyen bakan, bu düşüncesini bakanlığının stratejisini “komşularla sıfır sorun” olarak belirleyerek pekiştirdi.

Bir başka deyimle, bu dış politika anlayışında Türkiye’nin içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası ilişkiler sisteminde eski ağabey imajıyla yaratacağı bir “soft power” olarak sahneye çıkması hedeflenmektedir.

Peki nasıl gidiyor Davutuoğlu yönetiminde komşularla ilişkiler?

Ermenistan’la ilişkileri düzeltmek adına atılan adımlar, Azerbaycan’ın sert tepkisiyle karşılaştı. Böylece hem Ermenistan’la düzelme umudu azaldı hem de Azerbaycan’ın güveni bu süreçte zedelenmiş oldu. Bu durum da Dış İşleri Bakanı’na eleştirilerin gelmesine sebep oldu.

Bakana yönelik eleştirilerin tek kaynağı sadece Kafkasya politikası da değil üstelik.

Türk basınında ve yabancı basında Türk dış politkasının ne yöne gittiğiyle ilgili sorular sıklaşmaya başladı.

İran’da yaşanan krizde, bölgede ve dünyada eylemlerin sonucu ve seçimlerin yenilenip yenilenmeyeceği beklenirken, Türk hükümetinin Ahmedinejad lehine aldığı pozisyon aceleci olarak nitelendiriliyor.
Bunun yanı sıra Lübnan'da Hizbullah'a, Filistin'de Hamas'a verilen destek, Sudan’ın hakkında uluslararası tutuklama emri olan devlet başkanı El Beşir'in çeşitli kereler Türkiye’de ağırlanması, ve en önemlisi Erdoğan’ın Davos çıkışı ve bunun sonucu olarak İsrail’le sorunlar yaşanması gibi politikaların Ortadoğu’daki İslami hassasiyeti Türkiye lehine çevirecek bir “soft power” stratejisi mi olduğu ; yoksa Davutoğlu’nun İslami hassasiyeti yüksek geçmişine uygun bir şekilde ideolojik mi davrandığı tartışılıyor.


Eleştirilerin haklı olup olmadığını zaman, bir de Davutoğlu yönetimindeki Türk Dış İşleri yönetiminin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecindeki samimiyeti ve çabası ortaya koyacak.


Eleştirilerin erken olduğunu savunanlar iki aylık bakana zaman verilmesi gerektiğini savunuyor ve Davutoğlu’nun “AB stratejik önceliğimiz” açıklamasının yabana atılmaması gerektiğine inanıyorlar.

Muhalifler ise hükümetin tavrının ideolojik olduğu görüşündeler.
Davutoğlu’nun hükümete olan etkisinin 2 aylık bakanlık göreviyle sınırlı olmayıp, kendisinin yedi yıldır Başbakan’ ın Dış Politika Başdanışmanı olduğunu hatırlatıyorlar..

Türk dış politikasında ideolojik bir değişim olduğunu düşünenler, Akp’nin söz konusu yedi yıllık Dış Politika uygulamalarını yeterli bir veri olarak değerlendiriyor.

Bakalım çiçeği burnunda Dış İşleri Bakanı, hükümetinin imajını komşuları ve dünya nezdinde güçlendirebilecek mi?

Bu sorunun yanıtını da AB politikalarıyla beraber, büyük ölçüde Obama hükümetinin tavrı belirleyecek.
Zira Davutoğlu, Ortadoğu ve Kafkaslardaki sorunlar hakkında Amerika ile “tam bir görüş birliği” içerisinde olduklarını açıkladı.

Şayet Obama hükümetinin temsilcileri, Türk Dış Politikası kapsamında Ahmedinejad’a, Hizbullah’a Hamas’a yakınlık gibi uygulamaları ideolojik bulup eleştirirlerse, zaten AB üyeliği konusunda da sıkıntılar yaşayan AKP hükümeti, meşruiyet sorunu ile karşı karşıya kalabilir.

İran ve Irak’ta yaşanacak hızlı değişimler ve Türk Dış politikalarının bu değişimlere vereceği tepkiler de söz konusu tartışmanın geleceğini belirleyecek.

İstikararlı olan tek şeyin değişim olduğu Ortadoğu gibi bir coğrafyada, dönüm noktalarını tespit etmeye çalışmak her zaman zorlu bir süreç olmuştur.

Share/Save/Bookmark

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Türkiye'nin makus talihinin tek cümlelik özeti



Bu ülkede namus, Baykal ve benzerlerinin sevimsiz kısırlığıyla özdeşleştiği içindir ki, namussuzluk, iş bilir ve karizmatik olmanın bir koşulu sayılmaktadır.


Mine Kırıkkanat

Share/Save/Bookmark

14 Temmuz 2009 Salı

Haftanın Sözü



Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır.

Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar.


Giordano Bruno

Share/Save/Bookmark

10 Temmuz 2009 Cuma

Kaptanlığa giden yol






Arda Turan'a Galatasaray'ın 10 numaralı forması verildi ve takım kaptanlığı emanet edildi.




Olayın Aralık 2008'den itibaren kronolojik gelişimini hatırlamak gerekiyor bu noktada :




1- Lincoln'e Hertha Berlin maçında kaptanlık verildi.




2- Arda Turan bu kararı protesto etmek amacıyla " artık ikinci kaptanlığı asla takmam dedi"




3- Adnan Polat, kaptanlık konusunda huzursuz olduğu belirtilen Arda, Sabri gibi oyuncuları kastederek : "Florya'nın beş kapısı var, yönetimin kararlarına itiraz eden gider" dedi.




4- Bülent Korkmaz'ın teknik direktörlüğe getirilmesiyle Galatasaray içerisindeki yerliler ve yabancılar arasındakı gerginlik, Lincoln meselesi başta olmak üzere iyice keskinleşti.




5- Sezon kötü bir sonuçla bitti, Lincoln dönmemek üzere Brezilya'ya gitti.




6- Aziz Yıldırım, Arda Turan'a transfer teklifi yaptı.




7- Galatasaray Arda Turan'ı kaptanlığa getirip, Lincoln'ün geçen sene giydiği 10 numaralı formayı teslim etti.




Bu noktada Galatasaray yönetimi, merkezi yönetime başkaldıran unsurlara beylik, ayanlık gibi ünvanlar vererek pazarlık etmeyi seçen Osmanlı İmparatorluğu yöntemini benimsemiş görünüyor.




Aziz Yıldırım, Arda'ya transfer teklif ederek, oyuncunun üzerindeki baskıyı arttırmayı amaçlamıştı. Yıldırım'ın Galatasaray yönetiminin bu karşı hamlesinden memnun olduğunu tahmin ediyorum, 22 yaşındaki oyuncunun üzerinde çok büyük bir sorumluluk var artık..




Gelinen bu noktada bu kararın olumlu mu olumsuz mu sonuçlanacağı sorusunun cevabı Arda'ya bağlı. Üzerindeki baskıyı kaldıracak olgunluğu göstericek potansiyel var kendisinde.


Bu kadar aranılan bir oyuncu iken, maaşına yüzde yüz zam yaptırtmak yerine "kaptanlık, efsane olmak, Metin Oktay'ın forması" gibi değerlerle motive olması taraftarı mest ediyor.



Galatasaray taraftarının kendisinden beklentileri şunlar :




Her ahval ve şeraitte, gerekirse saygı duyduğu futbol abilerini kırmak pahasına, Galatasaray'ın
çıkarlarını gözetmesi..

Sempatikliği ile yerli ve yabancı oyuncular arasında köprü olması..

Lincoln gibi antipatik bulabileceği bir oyuncuya karşı "Lincoln'ü yedim, bunu da yerim" mantığıyla değil, kaptanlığın gerektiği höşgörüyle yaklaşması, kazanmaya çalışması.

Son olarak, Emre Belözoğlu ile yakınlığı taraftarı çok rahatsız ediyor. Bu yakınlığı en azından kamuoyunun gözüne sokmaması gerekiyor artık Galatasaray kaptanının.

Share/Save/Bookmark

Haftanın Sözü



Korkusuz umut, umutsuz korku olamaz..


Baruch Spinoza



Share/Save/Bookmark

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Dejavu


Bu sezon dışarıda Real Madrid'in, içeride Fenerbahçe'nin başını çektiği (Beşiktaş da dış kulvardan geliyor) transfer çılgınlığı size ne hatırlatıyor?


Cristiano Ronaldo'nun 94 Milyon Euro, Benzema'nın 35 Milyon Euro, Lisandro Lopez'in 24 Milyon Euro, Mehmet Topuz'un 10 Milyon Euro ettiği absürd ortamdan bahsediyorum.


Bana ne hatırlattığını söyleyeyim, isteyen itiraz etsin, isteyen kopya çeksin:


Transfer borsasının bu son hali, krizden hemen önce gut hastası gibi şişmiş finans şirketlerinin piyasaya yaydığı sanal parayla yaşanan emlak çılgınlığına benziyor.


"New York'ta 50 Milyon $'a daire, Londra'da emlağa yatırım yapanlar 4 kat kazandı, Halkalı'da konut fiyatları uçtu" şeklindeki manşetleri okumamızın üzerinden çok zaman geçmemişti ki olan oldu.

Malumunuz global ekonominin yaşadığı deprem sonrası, ayaklar yere bastı.

Başta finans sektörü, tüm piyasa süklüm püklüm. Serbest piyasa kuralları bile tartışılır hale geldi, devletler durumu kurtarmak için paket üzerine paket açıklamak, ekonomiye müdahele etmek durumunda kaldılar.


Ekonomik buhran şimdilik futbolu teğet geçmiş görünüyorsa da ben gidişatı hayırlı görmüyorum.


Gelecek sezon devletler bu sefer de futbol klüplerini kurtarması için göreve çağrılabilir.


Neyse biz Türkiye'de futbol sektöründe de alışığız zaten bu duruma, acı patlıcanı kırağı çalmaz..

Share/Save/Bookmark

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Vizyon



Nedir?


Budur..

Share/Save/Bookmark

3 Temmuz 2009 Cuma

Haftanın Sözü



Eşekten şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı gereği otu beğenir..


Mevlânâ Celaleddin-i Rumi

Share/Save/Bookmark

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Oynar mısın benimle?



Türkiye ekonomisi ilk çeyrekte %13 küçüldü. Cumhuriyet tarihinin rekoru, korkunç bir rakam.

Bu gelişme ışığında, yerel seçimlerde düşüş trendine giren Ak Parti'nin iktidarını kaybetmek üzere olduğu söylenebilir, siyaset biliminin gereği budur.


Şu anda 2011 genel seçimlerinde (kimine göre de 2012 seçimleri anayasal tartışma sürüyor) üç partinin barajı aşacağı kesin gibi, AKP, CHP ve MHP.

Dördüncü bir partinin de barajı aşması büyük ihtimal. Ama bu hangi parti olacak, o kısım belirsiz.

Adaylar Saadet Partisi, Demokrat Parti, Türkiye Partisi ( Abdüllatif Şener'in partisi).
Demokrat Parti ile Türkiye Partisi birleşebilir. Bir de Mustafa Sarıgül'ün parti kuracağından söz ediliyor.
Meclise girecek parti sayısı çok önemli, zira AK Parti'nin tek başına iktidarını kaybedip kaybetmeyeceğini belirleyecek.
Ak Parti'nin akıbetinin ne olacağının yanıtını, seçimlere nasıl bir konjonktür altında girileceğini analiz ederek verebiliriz. Şayet seçimler Temmuz 2011'de yani olağan zamanında ve de ılıman bir siyasi havada gerçekleştirilirse, ekonomi oy oranlarında mutlak belirleyici faktör olacaktır.
Bu noktada Mecliste dört veya beş parti görebiliriz, DP'nin başındaki liderin halkla bütünleşmesi ve Numan Kurtuluş ile Mustafa Sarıgül'ün performanslarına bağlı olarak.
Yukardaki senaryonun aksine, benim tahminim bugünkü siyasi kriz ortamının artarak devam edeceği yönünde, hatta seçimlerin zamanından önce yapılma ihtimalini bile kayda değer buluyorum.
Bu durumda TSK'yi derdest etme operasyonunun sonuna geldiği savıyla AK Parti, muhafazakar seçmenden birleşmesini isteyecek, böylece Saadet Partisi'ne veya Abdüllatif Şener'in partisine oy kaybetmeyecektir.
Yerel seçimlerde Saadet seçmeninin, İstanbul'u CHP'ye kaptırma ihtimalini ortadan kaldırmak için ilçesinde ve İl Genel Meclisi'nde Sp'yi, Büyükşehir Belediyesi için ise Kadir Topbaş'ı desteklediğini unutmayalım.

Uzun lafın kısası, ekonomi alaşağı gittiği sürece, hükümet ve yakın çevresinden TSK'ya yönelik tahrikler artacak, asker ve bürokrasi kışkırtılarak mücadele ortamına çekilmeye çalışılacaktır. Bu başarıldığı takdirde de AK Parti'nin en çok tercih ettiği, icraatlardan başka herşeyin tartışıldığı bir ortamda, kamplaşmış ve gergin bir toplumla girilecek seçimlerde AK Parti %35-40 bandından aşağı düşmeyecektir.


İlker Başbuğ'un geçen haftaki basın toplantısından sonra Albay Dursun Çiçek'in tutuklanması, TSK'ya açık bir meydan okumadır.
Şayet İlker Başbuğ, bu meydan okumaya yukarıdaki analizle aynı görüşü paylaşıyorsa, sağduyulu, ılıman bir yanıt verebilir.

Yine de unutmamak gerekir ki Türk Silahlı Kuvvetleri gibi bir yapının başında olduğunuz zaman, siyasi kaygıları çok fazla gözeterek davranmanın büyük bir riski vardır.
Nedir bu risk?
Başında olduğunuz kurum içerisinde meşruiyeti kaybetmek.

Son gelişmeler sonrası "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" konumuna düşmüş olan olan İlker Başbuğ'un yerinde olmak istemezdim.
not: Yazı yazıldıktan bir saat sonra yaşanan gelişme, Başbuğ'u rahatlattılar biraz..
"Tutuklamaya yapılan itirazı değerlendiren Nöbetçi 14. Ağır Ceza Mahkemesi,Deniz Kurma Albay Dursun Çiçek'in tahliye edilmesine karar verdi. Bu arada, İstanbul Adalet Komisyonu Başkanlığı, Beşiktaş'ta bulunan 14. Ağır Ceza Mahkemesinin bir üyesinin izinli olması nedeniyle hakim Faik Saban'ı, bu mahkemede hafta başından itibaren geçici üye olarak görevlendirdi "

Share/Save/Bookmark