30 Aralık 2009 Çarşamba

Büyük beklentiler



"Futbol 90 dakika oynanan ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur..."

İngiltere’nin efsane golcüsü Garry Lineker’in bu sözünü futbolla yakınan ilgilenenler mutlaka duymuşlardır.
Devreyi Fenerbahçe’nin önde bitirmesinden ilham aldım, Turkcell Süper Lig’e ve üç büyüklerin genel görünümüne baktığım zaman, bu söz aklıma geldi.

Biraz açalım..

Avrupa futbolunun fenomenlerinden biri, 70’li yıllarda zirve yapmış olan, hala da etkisini hissettiren Almanya - Hollanda rekabetidir.

Almanların fizik mücadeleyi, kondüsyon üstünlüğünü ön planda tutan, pres sonucu rakipten kapılan toplarla kolayca gol bulan, duran topların önem kazandığı futbol anlayışının karşısında, sahanın her yerinde topa sahip olmayı şiar edinen, ezberlenmiş hücüm organizasyonlarıyla ( Johan Cruyff’un ünlü sözünü hatırlıyalım: “En iyi gol, boş kaleye atılan goldür) gol arayan anlayış, yani Hollanda’nın “Total futbolu”

Ersun Yanal’ın sahneden çekilmesi ile bu sezon “total futbol” oynamaya çalışan tek iddialı ekip Frank Rijkaard’ın Galatasaray’ı olarak gözüküyor.

“Alman futbolu” olarak tasvir ettiğim oyun anlayışının etkisinde kalan takımlar ise Fenerbahçe, Beşiktaş, Bursaspor ve Kayserispor olarak göze çarpıyor.

Bu noktada şampiyonluk yolunda favori gördüğüm Galatasaray ve Fenerbahçe’yi karşılaştırmak isterim. Bu takımları favori görmemin iki sebebi var:

1- Kadro üstünlükleri

Özellikle fiziğe dayalı futbol oynayan takımlarda yoktan pozisyon var edecek, skora katkısı yüksek yaratıcı oyuncuların önemi çok artıyor, bu noktada da Alex rakipsiz. Mustafa Denizli boşuna 10,5 numara diye sayıklamadı sezon öncesi, Yusuf çözümünün geçen seneye özel geçici bir durum olduğunu biliyordu. Fenerbahçe işte bu sebeble diğer üç rakibine göre önde, Galatasaray kadrosunda da marka isimler var..

2- İki takımın sezon başında yaptıkları muhteşem seriden sonra yaşadıkları puan kayıplarının, sezonu erken açmaya dayalı fiziksel çöküşten kaynaklanması.

Galatasaray ve Fenerbahçe devrenin sonuna doğru bir toparlanma yaşadılar ve ilk iki sırada bitirmeyi başardılar ligi.

Avrupa Ligi’nde zirveye oynamadıkları, maç yoğunlukları çok artmadığı sürece bir daha böylesi bir çöküş yaşayıp, şampiyonluk mücadelesinde aralarına Beşiktaş, Bursaspor ve Kayserispor’u alacaklarını sanmıyorum.

İlk iki sırayı kimin alacağını tahmin ettim ancak bu sıralamanın nasıl olacağı yönünde bir tahminde bulunmayacağım..

Gördüğüm artı ve eksileri yazayım, sonucun nasıl olacağına siz karar verin:

1) Defans ve defansif orta saha mevkilerinde Fenerbahçe, hücum gücü olarak da Galatasaray çok üstün. Galatasaray akıl almaz defans hatalarıyla gol yiyor, Fenerbahçe de Alex’in kötü oynadığı maçlarda gol bulmakta çok zorlanıyor.

2) Fikstür avantajı Fenerbahçe’de. Galatasaray’a göre daha zorlu deplasmanları atlatmasına karşın, bir puan da öndeler. Galatasaray evinde aldığı üç beraberliği arayabilir. Derbinin Ali Sami Yen’de olduğunu da not düşelim.

Öte yandan iki senedir fikstür avantajı da önemini kaybetti, takımlar kolay farz edilen maçlarda puan kayıpları yaşıyorlar.

3) Bu sezon içerisinde meyvelerini alabilir mi bilemiyorum.. Sabır gösterildiği takdirde Frank Rijkaard’ın Galatasarayı, Daum’un Fenerbahçesi’ne göre gelişime daha açık.

Christoph Daum gerçekçi, Türkiye Ligi’nde yönettiği takımı her zaman kafaya oynatacak bir hocadır. Öte yandan, kariyerini analiz edince unutmamamız gereken birşey daha var :

Üç sezon boyunca inşa ettiği, Rıdvan Dilmen’in her zaman iç geçirerek andığı Aureliolu, Anelkalı, Tuncaylı kadroya oynattığı futbol da çok matah değildi, kayda değer bir Avrupa başarısı da olmadı.

Frank Rijkaard’ın üç sezon sonra oynatacağı futbolu öngörebilir miyiz peki?

Galatasaraylıları heveslendirmemek için bu konuda birşey yazmıyorum, Nietzsche’nin dediği gibi “umut kötülüklerin en kötüsüdür”.

Herkese sağlıklı, mutlu, güzel futbol seyredebileceği seneler dilerim...
Share/Save/Bookmark

29 Aralık 2009 Salı

Haftanın sözü



"Yazı mı tura mı?"

Hangisinin gelmesini istediğini gerçekten bilmek istiyorsan, para havadayken karar ver..
Share/Save/Bookmark

24 Aralık 2009 Perşembe

Dikkat! Oynamaya başladılar..



Son bir haftada ülkede yaşananlar çok ilginç.

Kebap siparişi getiren motorsikletçi gibi elinde adres pusulasıyla gezen suikastçı(!) Albaylar.

Kendisine suikast hazırlığı ile suçlanan yarbayın cenazesine katılan Oramiral..

Ard arda intihar eden askerler, iki ateş arasında kalan Emniyet Müdürleri..

Hasiktir çeken Belediye Başkanları..

Meşhur fıkrada dendiği gibi (bilmeyenler için fıkra aşağıda)halk oynamaya başladı Sayın Başbakan, aman dikkat!

Padişahlardan biri, yeni vergiler koyduğunda ya da mevcut vergileri artırdığında, sadrazama;

- Git bakalım, halkın arasında bir dolaş. Vergilere alışmışlar mı?

dermiş. Sadrazam da, halkın arasında dolaştıktan sona padişaha;

- Padişahım, halkın suratı biraz asık, canı da sıkılmış durumda ama işlerine devam ediyorlar...

Dediğinde padişah da şu şekilde yorum yaparmış.

- Tamam, demek ki sorun yok. Alışırlar alışırlar...

Bir süre sonra yine vergiler artırıldığında, padişahın talimatı üzerine sadrazam halkın arasında dolaşır ve izlenimlerini aktarırmış;

- Padişahım, bu kez suratları çok asık. Merhaba desen, yüzüne dik dik bakıyorlar. Sonraki her an kavga edecek gibiler. Suratlarından düşen bin parça. Galiba bu kez vergileri çok artırdık.

- Yok yok. Merak etme sen. Önemli bir şey gözükmüyor. Alışırlar, alışırlar...

Bu böyle devam etmiş gitmiş.

Günlerden bir gün, yine yeni vergiler getirildiğinde, sadrazam halkın arasına karışmış, dolaşıp geldiğinde şaşkın bir vaziyetteymiş.

- Padişahım hiç sormayın. Bu kez kafam karmakarışık. Çünkü hiçbir şey anlamadım. Herkes çok neşeli, gülüyor hatta sokaklarda dans ediyorlar, oynuyorlar...

‘‘Aman'' demiş padişah.

- Eğer halk dansetmeye ve oynamaya başladıysa, demek ki durum çok kötü . Hiçbir şeyi umursamıyorlar demektir. Galiba vergileri çok artırdık. Hemen vergileri indirelim. Yoksa perişan oluruz...

Share/Save/Bookmark

18 Aralık 2009 Cuma

Haftanın sözü



Eğer hep doğruyu konuşursanız, hiçbir şeyi hatırlamak zorunda kalmazsınız.

Mark Twain
Share/Save/Bookmark

14 Aralık 2009 Pazartesi

Tak etti canıma bu maskeli balo



DTP'nin kapatılmasının, barış süreci önünde büyük bir engel olacağı konuşuluyor.

Hiç aynı fikirde değilim, aksine "kartların açık oynanması" adına büyük bir fırsat
olduğunu düşünüyorum DTP'nin kapatılmasının..

Resme şöyle bir bakalım..

Aktörler :

1) 25 yıldır faal, onbinlerce ölme sebebiyet vermiş bir terör örgütü ve onun tutuklu lideri.

2) Bölge halkının sesi konumunda, Meclis'te temsil edilen bir parti.
Siyasetin doğası gereği seçmenlerinin hassasiyetlerini gözetmek durumdalar.
Seçmen kitlesinin önemli bir bölümünü de terör örgütü liderini "önder" olarak bellemiş.
"Kürt" olduğunu ona terör örgütünün hatırlattığına inandırılmış.

O yüzden de parti, terör örgütünden kendini soyutlayamıyor, liderin sözünden de çıkılamıyor. En basit örnek olarak, terör örgütünün kayıplarının cenaze işlerine bu partinin belediyeleri bakıyor.

3) Terör örgütüyle savaşan ordu. Haklı veya haksız buna girmeyeceğim; ordunun bir takım üst düzey mensupları, "darbe teşebbüsünü planlamak" iddiası ile tutuklu durumdalar.

4) Kamuoyu. Ülkenin başına gelen kötülüklerin en büyük müsebbibinin terör örgütü olduğuna inanıyor.
Vergilerinin bölgeye yatırım olarak kullanılmasına, Batı'dan toplanan paranın Doğu'ya aktarılmasına ses çıkarmıyor ancak terör örgütünü açıkça destekleyenlerin devlet kaynaklarını kullanması ağırına gidiyor. ( bkz yukarıda bahsedilen belediyeler veya Emina Ayna'nın kırmızı plakalı Meclis arabası ile dolaşması)

Aktörler ve maskeli balo :


Hükümet:

Kamuoyunu kızdırmadan örgütü aradan çıkartmak için "açılım" yapıyor gibi gözüküyor. Terör örgütü lideri "yol haritası" açıklayacak diye ondan önce davranmak için panikle hareket edecek kadar hazırlıksız yakalanmış bu soruna.

Demokratik Toplum Partisi:

Tokmak örgüt liderinin elinde, davul ise partinin sırtında. Hem Türkiye Cumhuriyeti milletvekili olup, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin açıkça savaş halinde olduğu bir oluşumun sözcülüğünü yapmak durumunda kalıyor DTP. Siyaset yapar gibi görünüyor.

Ordu :

Herşey kontrol altındaymış, "azim ve kararlılık" konusunda eksiklik yokmuş gibi gözüküyor. Oysa kurum içerisinde sıkıntı büyük, hem içten-dıştan gelen baskılar, hem de 25 yıldır savaşmasına karşın nihai sonuç alamanının yorgunluğu yaşanıyor.. Muvazzaf subaylar, dağdan inen terör örgütü mensubu kadar saygı görmüyor "liberal çevreler" de.

Örgüt Lideri :

Asıl kaygısı kendi yaşam koşulları ve elbet birgün özgür kalma umudu değilmiş, halk önderiymiş gibi gözüküyor.

Peki bu maskeli balonun ev sahibi kim ? Kuzey Irak'ın güvenliğini Türkiye'ye bırakıp kaçmak isteyenler..

Bu noktada,toplumsal tabanı olduğu için silah zoruyla tamamen yok edilemeyen terör örgütü ile pazarlık etmenin, liderine taviz vermenin isminin "demokratikleşme" olduğunun iddia edilmesi tüm bu maskeli baloyu iyice şenlikli hale getiriyordu.

En zor durumda kalan da "siyaset" yapıyormuş gibi görünüp, öte yandan alttan gelen baskının nabzına göre şerbet vermek zorunda olan Demokratik Toplum Partisi oluyordu.

Şimdi söz konusu parti de "demokratikleşme" iddiası da kapatma kararı ile aradan çıktı.

Kartları açık oynamanın her zaman çözüme daha çok faydası olduğuna inanmışımdır.

Hayırlısı olmuştur..
Share/Save/Bookmark

8 Aralık 2009 Salı

Türkiye vasatlar ülkesidir yeğen



Ligde alınan kötü sonuçlar sonrası Frank Rijkaard futbol kamuoyumuzun kurban etmeye çalıştığı en önemli değer haline geldi.

Hemen her teknik direktörün maruz kaldığı gibi, “sağda bu oynar mı, oyundan şu çıkar mı, çift önlibero, tek forvet” klişeleri ile eleştiriliyor.

Bayanlar, Baylar!
Sayı ile kendinize gelin..

Blog okuyanların çok iyi tanıyacağı borges ile pişti olmamak adına kendisinin bugünkü yazısından alıntılıyorum Frank Rijkaard’ın kariyerini:

“Rijkaard'in ilk sezonunda Galatasaray takimi ile yaptigi 15 mac sonucundaki puan tablosu şu şekildedir:

4. Galatasaray 15 - 9 - 3 - 3 - 30

Barcelona ile ilk sezonunda on üçüncü durumda iken on beş maç sonucunda oluşan puan durumu da bu şekildedir:

13. FC Barcelona 15 - 5 - 5 - 5 - 19 - 20 - (-1) - 20

Rijkaard, Barcelona'ya geldiğinde kulüp bazında çalıştırdığı tek kulüp olan Sparta'yı kulüp tarihinde ilk olmak üzere küme düşürmesi etiketini taşıyordu, o muhteşem Hollanda milli takımıyla yaşadığı 2000 performansı dışında..

Ne ilginçtir ki ikinci kulup takımı kariyerine de yukarıdaki istatistikler ısığında devam etmiş ve kulüp tarihinde ilk defa küme düşürme potasına sokmuştur. Ve fakat bir devre sonucunda o potadan inanılmaz bir seri yakalayarak Valencia'nın ardından ligi ikinci bitirme başarısını gösterebilmiştir. Barcelona Rijkaard öncesi son şampiyonluğunu 1998/99 yılında Van Gaal yönetiminde kazanmıştı. Rijkaard ile 5 yıl aradan sonra La Liga şampiyonluğunu tekrardan kucaklıyordu ikinci yılında.. Kendisinden önce mükemmel bir kadronun devamı niteliğinde bir başarısı olmadan üzerine bir yıl sonra ikinci kez Barcelona'yı şampiyon yapar iken aynı yıl Şampiyonlar Ligi Kupasını 14 yıl aradan sonra Barcelona'ya kazandırıyordu. Çok değil 3-4 yıl önce Mourinho'yu eleyen, onunla kıyaslanan bu adam bugün futbolu bilip bilmediği konu edilebiliyor. İlginç bir milletiz.

Şimdi futbolu bilmeyen bir adam hem teknik direktör ve aynı zamanda futbolcu olarak futbolun en üst noktası olarak kabul edilen Şampiyonlar Ligi'ni kazanan dünyadaki beş insandan birisidir. Barcelona kulübü yıllar sonra şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu görüyor bu teknik adam yönetimi altında.. Futbolculuğuna girseniz kupa galiplerinden UEFA Kupası'na, İtalya şampiyonluğundan Avrupa Şampiyonluğuna ve hatta Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu üç kez almasına kadar gider ki bitmez bu kupalar lakin sizler de utanmazsınız o çok başka.

Futbolu bilmeyen Rijkaard, Barcelona gibi bir kulübu kendi sistemine göre inşa eder iken kulübün tarihinde bir ilki gerçekleştirip devre sonunda küme düşme potasına sokmasına rağmen bugün uzay futbolunu oynayan takım olarak adlandırılan yapının temellerini atabilmiştir..”


Buna ek olarak ben de birkaç olay hatırlatayım..

2002 yılında Rüştü’yü flaş transfer diye lanse eden, Messi, Iniesta gibi çocuk yaştaki yetenekleri yeşertmeye çalışan Rijkaard’ın Barcelonası’nın karşısında, Real Madrid’in 1. Galacticos dönemi vardı. Zidane, Raul, Figo ve Beckhamlı kadronun bileğini kimseler bükemiyordu..

Barcelona tarihinde Santiago Barnebau stadında Real Madrid’i iki kere üst üste yenen tek hocadır Frank Rijkaard. Hem de o Real Madrid’i..

İkinci galibiyetinden sonra (3-0), Real Madrid tribünleri tarafından alkışlanmıştır
Barcelona. İki takımın aralarındaki rekabeti bilenler, (evet futbol kamuoyumuzun çoğunluğunun bu rekabetin detaylarından da pek haberi yoktur) bu olayın futbol tarihinin mihenk taşlarından biri olduğunu akıllarından çıkarmazlar.

Rijkaard’ın futbolu bilmediğini iddia eden ulemalara sormak isterim.

Gelirken bilmiyor muydunuz, Frank Rijkaard-Johan Neeskens projesinin, en az 2 yıllık bir çalışma sonucu ürün vereceğini?

Zahmet edip Barcelona’nın çıkışını araştırmadınız mı?

İlk geldiğinde neden eleştirmediniz, neden “B Planı yok, bir sistem ezberler sürekli onu uygular” demediniz?

Henüz beş ay geçti, çok iyi hatırlıyorum: Ağzı açık ayran budalası gibi alkışlıyordunuz, Rijkaard’ı getiren Galatasaray yönetimini.

Şimdi ise, iki üç puan kaybı sonrası, hocayı fizik olarak sahada biten oyuncuları çıkardı diye eleştiriyorsunuz...

Bu tip içi boş, desteksiz eleştiriler kıraathanelerde de yapılıyor, kanaat önderlerinin çapı bu kadar olan toplumdan başka ne beklenir ki?

Türk televizyon tarihinde kalite açısından devrim yaratan bir dizi var, ismi Ezel.

Ezel’in Ramiz Dayısı’na sorsaydık Rijkaard’a yapılan eleştirileri şöyle yanıtlardı:

”Türkiye vasatlar ülkesidir yeğen, yılanlar ayağının altını sokmak ister üstte olanın, sırf kendileri gibi sürünsün diye herkes.”

Bizim neyimize Frank Rijkaard?
Share/Save/Bookmark