ultrAslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ultrAslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2009 Çarşamba

Böl ve yönet



ultrAslan, gelecek sezon eski açıkta yer alacağını açıkladı.

Başka bir deyişle, 10 seneyi aşkın bir süre önce başlamış olan bir savaşı kaybetti.

Neydi bu savaş?
Endüstriyel futbolun gereği olan kombine sisteminin getirdiği yeni tip taraftara karşı verilen, stadın kalbi olan "kapalı" tribünü kaptırmama savaşı idi.

ultrAslan'ın bu son kararı normal karşılandı, yeni stada geçişin bir hazırlığı olarak nitelendirildi.
Oysa 10 senedir yaşananları, "kombineli rezalet" ve "işte gerçek kapalı burda" tezahüratlarını, Faruk Süren aleyhine yapılanları hatırlayanlar, Juventus maçında saçından sürüklenen kadınları gözlerinin önüne getirenler bu kararın gerçek bir yenilgi olduğunun farkındalar.

Aslında kapalı tribünün numaralıdan devşirme, maçı çekirdek eşliğinde takip eden, ilk fırsatta kendi futbolcusuna söven bir taraftar grubunun hakimiyetinde olmasını o tribüne yıllarını vermiş büyük bir çoğunluk istemiyordu.

Peki ne oldu da bu noktaya gelindi?
Çok alışılmış bir siyasi hata yapıldı. Aynı fikiri savunanlar, aralarında güç savaşı yaşamaya başladı.
ultrAslan kurulduktan sonra, bir entrika dehası olan Özhan Canaydın, polisle ortak bir "böl ve yönet" politikası gerçekleştirdi. Legal bir dernek olan ultrAslan'ın yöneticileri haksız yere göz altına alındı. Kaybedecek şeyleri olan insanlar ailevi sorunlar yaşadı, işlerini kaybetme tehlikesi yaşadılar ve çekildiler.

Bu noktada, tribün hakimiyeti uğruna daha çok şeyi kaybetmeyi göze alan "tayfa" dediğimiz kesim hakimiyeti ele aldı.
Gerçi organize olmalarından ve gerektiğinde sertliğe başvurma potansiyeli taşımalarından dolayı her zaman hakimiyet onlardaydı, ancak hem takıma ateşli destek verilmesini savunan hem de eğitimli ve tecrübeli bir "akil adamlar topluluğu" vardı, ortak hareket ettikleri.


ultrAslan'ın kurucu dinamiklerinde, üç sac ayağı vardı: Akil adamlar, tayfa ve tribündeki arkadaş grupları. Canaydın işte bu yapıyı, sistematik olarak yürüttüğü "böl ve yönet " politikası ile yıktı.

Daha sonra, "Tayfa" üst üste hatalar yapmaya başladı. Özetlemek gerekirse bu hatalar şunlardı :

1) 90 dakika aynı besteleri bağırmak yerine, Avrupai bir tribün anlayışı getirmek isteyen, taraftarın sahaya daha çok etki etmesi için kafa yoran gruplar, tehdit olarak algılanıp tasfiye edildi. Tıpkı bandonun zamanında tasfiye edildiği gibi. Şimdi, hakem takımı sahada doğradığı zaman bile "lalalay saldır Galatasaray" diye bağırılıyor.

2) Siyasal görüşlerini tribünde göstermekten çekinmediler.

3) Üç paralık insanların gazına gelinip, Hagi'ye dil uzattılar.

Bu hatalar , takımına her şartta destek vermek isteyen kitleleri, arkadaş gruplarını ultrAslan'dan soğuttu. Alpaslan Abi'nin vefatı da ultrAslan'ın sac ayaklarını bir arada tutmaya çalışan son köprüyü ortadan kaldırmış oldu ( Bu yazımı okusa kızar, herşeyin iyi olacağına ikna etmeye çalışırdı beni, artık bunu yapacak kimse yok)

Meydan, endüstriyel futbolun istediği futbolcu bir haftasonu eğlencesi olarak gören, kendini müşteri olarak tanımlayan kitleye kaldı.
Bu durumun tehlikesi ne midir? Her zaman haklı olan müşteri, önüne konan gösteriyi beğenmezse, domates atmayı kendinde hak görür.

Sonuç olarak, Fenerbahçe'den sonra Galatasaray tribünleri de endüstriyel futbola yenilmiştir.

Geçmiş olsun..

Share/Save/Bookmark

30 Ocak 2009 Cuma

ultrAslan Tayyip Erdoğan



Salı günku Galatasaray- Sivas maçında İsrail'e ve İsrailli oyuncu Balili'ye, kapalı tribünde tayfa tabir ettiğimiz, (liderlerinin ultrAslan'i yönetmekte olduğu) kesim tepki gösterip üstüne üstlük ultraslan.com adresinde konuyla ilgili yapılan, özrü kabahatinden büyük açıklamada, uluslararası siyaset alanına taşılınca, konuyla ilgili bir yazı yazmak hazırlığındaydım ki dünkü Davos bombası patladı..


Önce bir genel çerçeveye bakalım. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olan bir ülke, dedesi de Roma İmparatorluğu diyebiliriz. Dünyayı 200 sene yöneten bir süper güçten , 220 sene boyunca toprak kaybedip, iflas ederek dağılan bir devlete dönüşmenin kitlelerin bilinçaltında büyük bir etkisi var.

Türkiye Cumhuriyeti' ni kuran anlayış, bu travmayı yok sayarak, halı altına süpürerek çözmeyi tercih etti, hele Osmanlı İmparatorluğu' nun Ortadoğu ile olan tüm bağına karşı reddi miras anlayışı içerisinde oldu. Bunda, Arapların 1. Dünya Savaşı'ndaki ihaneti de etkendir : Türk askeri aç biilaç, perişan, Hz. Muhammed'in türbesini İngilizler'e karşı savunmaya çalışırken, Bedevi çeteleri öldürdükleri Mehmetçiklerin altın dişlerini sökmekle meşgul oluyorlardı.


Başbakan' ın dış politikada en güvendiği isim, Prof. Ahmet Davutoğlu. "Stratejik Derinlik" kitabında, Cumhuriyet'in unuttuğu Osmanlı mirasına sahip çıkıp, merkez devlet olarak kültürel mirası paylaşan çevre ülkelere etki etmesi gerektiğini savunur. 7 senedir de Türk Dış politikasında bu anlayış hakim oldu. 1 Mart tezkeresi , İsrail konusunda her geçen gün Filistin lehine tavır koyan çıkışlar, bu durumun göstergesi.

Bu siyaset doğrudur veya yanlıştır daha uzun bir tartışma konusu ama dün yaşanan olay sonrası bir durum tespiti yapalım:


1) Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, kendisine yeterli saygıyı göstermeyen devlet başkanına da toplantı yöneticisine de tepki göstermekte haklıdır. Öte yandan bu tepkisini soğukkanlılığını koruyarak, şık bir şekilde vermelidir. Madem "kabile reisi değilim, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyım" diyor, tribün lideri gibi davranmamalıdır. Sünepe monşerlikle, devlet adamlığı arasında eminim ki Başbakan'ın da kendini tanımlayıp ona göre davranacağı bir bölge vardır.

Eurovizyon kazanınca bile çıldıran Türk milleti, yukarıda bahsettiğim travma sebebiyle, yurt dışında yaşanılan her başarıya aşırı tepki verir, başbakanın hem de deplasmanda Israil Cumhurbaşkanı' na gider yapması da büyük destek görecektir. Başbakan kısa vadede bu işten karlı cıkar, ancak..


2) Dış politikada bu kadar keskin bir dönüşüm yaşamak hayra alamet değildir. Ekonomik ve askeri olarak Amerika ve İsrail' i gözden çıkaran bir Türkiye'nin istikrarsızlığa sürüklenmemesi, bu politikaları şekillendirenlerin de başının derde girmemesi mümkün gözükmemektedir.


3) Bizim milletin ırkçılık geleneği yoktur. İmparatorluk döneminde sömürge politikası olmadığı için, merkeze bir ırkçılık anlayışı yerleşmemiştir. Fakat, çok çabuk galeyana gelen, vandalizme ve yağmacılığa müsait, patlamaya hazır bir kitle vardır ülkemizde. 6-7 Eylül olaylarını ( Güz Sancısı filmini tavsiye ederim, gerçi Beren Saat çiftetelli oynasa da tavsiye ederim ama konumuz bu değil) ve Apo İtalya' ya sığınmışken olanları unutmayalım. Bu gözler, Fiat marka arabasını, Versace kravatını yakan, İtalya'dan ithal domatesler üzerinde tepinenleri gördü.


İsrail karşıtlığı yapacağım derken, bu kitleyi kışkırtmanın vebali cok ağır olur.


Share/Save/Bookmark