30 Nisan 2009 Perşembe

Gözümüz yollarda kaldı



Hoşgeldin.

Çok özlemiştik.

Ah bir de ömrün kelebek kadar olmasa, kalıcı olsan..

Share/Save/Bookmark

28 Nisan 2009 Salı

Mutluluğun resmini çekebilir misin Abidin?



1 sene boyunca iş için Bitlis'e defalarca gittim geldim.


Dağların arasına sıkışmış, yaşlı ve yorgun bir şehir Bitlis. Türküdeki gibi beş minaresi ile ünlü ancak yolunuz düşer de dört minare görürseniz şaşırmayın, bir tanesi kayıp.


Şehrin çorba ve keçi etinden oluşan bir sofrası vardı, börek yemek büyük bir değişiklik sayılıyordu.


Şehir merkezinde bile asfalt ve trafik ışığı yoktu, işsizlikten dolayı kahvehaneler ve çayhanelerle doluydu şehir, nüfusu da genelde çocuklar ve yaşlılardan oluşuyordu.


Yılın 5 ayını hava şartlarından dolayı dünyadan izole geçirmenin de bunda muhakkak etkisi vardır.


Tüm bu şartlara karşın, o şehirde bir huzur ve dinginlik vardı. Hayat yavaş ilerliyordu ve kimse bundan şikayetçi değildi. İnsanlar mutluydu, olumluydu, hayatın zorluklarına tevekkül ile yaklaşıyorlardı.


Azıcık yemeğini veya tek göz evindeki en rahat yerini misafir ettiği kişi ile paylaşmak hususunda tereddüt eden bir kişiye bile rastlamadım Bitlis'te. Hiç tanımadıkları insanları da misafir etmeye gönüllülerdi.


Aynı insanların akrabalarının büyük şehirlerde, hatta Mecliste ne kadar mutsuz, huzursuz ve nefret dolu olduğunu görünce aklıma ister istemez "Fight Club" filmi ve Brad Pitt'in canlandırdığı Tyler Durden'ın " sahip olduklarınız en nihayet size sahip olurlar" sözü geliyor.


Şu kriz günlerinde 2 sene sonra eskiyecek bir cep telefonu veya araba almak için verilen "amansız" mücadele esnasında, arada es verip düşünmek iyi geliyor insana, tavsiye ederim.


Bir hikaye ile bağlayalım konuyu :


Adamın birisi, bir gün, durup dururken kör olmuş. Çaresiz bir şekilde doktor doktor dolaşmaya başlamış. Ancak gittiği tüm doktorlar adamın neden kör olduğunu “Gözlerinde bir hastalık yok ama görmüyorsun, biz senin durumundan bir şey anlayamadık” diyerek çözememiş, adamı tedavi edememişler..


Doktorlardan umudunu kesen adam, derdine çare aramak için dünyayı dolaşmaya başlamış..


Gittiği bir dergahta kör adama; “ bak efendi, sen bu derdinden kurtulmak istersen, hayatta hiçbir derdi olmayan bir adam bulacaksın, onun üzerindeki gömleği gözlerini süreceksin, böylece gözlerin tekrar görmeye başlayacak” denmiş.


Bu söz üzerine adam yine yollara düşüp koca dünyada dertsiz birini aramış durmuş..


Günün birinde, bir dağda bir çoban olduğunu ve onunda hiçbir derdinin olmadığını öğrenmiş.

Ve hemen söylenen o dağa doğru yol almış. Denildiği gibi dağda çobanı bulmuş, derdini anlatmış ve demiş ki: "Eey çoban; duydum ki senin bu dünyada hiçbir derdin yokmuş, doğru mu?"


Çoban mahçup bir sesle ‘yoktur’ diyerek yanıtlamış adamı. ‘Allah’a şükür benim hiçbir derdim yoktur.’


Kör adam sevincinden ne yapacağını şaşırmış, onca zamandır beklediği an gelmiş çatmış, gözlerinin görmesine artık çok az bir zaman kalmış..


Kör adam konuşmasına devam etmiş: "Çobanım, canım çobanım, gömleğini hele bir çıkar da, çıkar da gömleğini gözlerime süreyim, gözlerime süreyim ki ben de görebileyim.."


Çoban cevap vermiş :" İyi ama benim gömleğim yok ki! "

Çoban dertsiz olmasına dersizmiş ama, üstüne giyecek bir gömleği de yokmuş…

Share/Save/Bookmark

27 Nisan 2009 Pazartesi

Kurallara uymak gerekir



Arda'nın Belediye maçınının sonrasında soyunma odasına gitmeye hakkı vardı.


Militer bir toplumuz, eğitim sistemimiz de militer.

Türkiye gibi Almanya gibi militer anlayışın hakim olduğu yerlerde, sıradışı bir olay yaşandığı zaman, öncelikle kurallara uyulup uyulmadığı sorgulanır, kural dışı davrandığı iddia edilen kişi ise taşlanır.

Kuralın doğru olup olmadığı, hatta doğru yorumlanıp yorumlanmadığı ise sorgulanmaz.

O yüzden her olay fanatikçe, gri ihtimali düşülmeden siyah veya beyaz olarak değerlendirilir.

İşin ironiği, ülkemizde anti- militer cephede bulunan aydınlarımız bile siyaseti militer ve analitik olmayan bir zihniyetle yorumlarlar. Ergenekon soruşturmasında bol bol şahit oluyoruz bu zihniyete.


Neyse konuyu fazla dağıtmadan Arda'nın İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçı sonrası yaşadığı ve sonucunda ceza aldığı olayla ilgili yapılan ufak bir araştırmanın sonucunu sizinle paylaşayım:


Ich kann aus der UEFA Praxis nur so viel sagen, dass eine Spielsperre nicht mit einer Funktionssperre für Trainer verwechselt werden darf. Diese beiden Sperren unterscheiden sich markant in ihrem Anwendungsbereich. Die Funktionssperre ist umfangreicher und beinhaltet neben dem Verbot des Zutritts zur technischen Zone auch den Ausschluss vom Bereich der Umkleidekabinen etc. Dagegen bezieht sich die Spielsperre für den Spieler auf das Spielfeld und dessen unmittelbaren Bereich (d.h. technische Zone). Ein gesperrter Spieler kann sich deshalb meines Erachtens durchaus im Bereich der Umkleidekabinen befinden, sogar in der Pause, weil dieser Bereich nicht in unmittelbarer Nähe zum Spielfeld liegt.


UEFA yetkilisinin beyanı var yukarıdaki paragrafta. Tercümesi de şu :


Oyunculara verilen “müsabakadan men” cezaları, antrenörlere verilen “hak mahrumiyeti” cezaları ile karıştırılmamalıdır. Bu iki cezanın uygulama alanları belirgin şekilde farklılık gösterir. Hak mahrumiyeti cezasının kapsamı daha geniş olup; teknik alana girme yasağının dışında soyunma odalarının bulunduğu alanlara girme yasağını da içerir. Buna karşın müsabakadan men cezası sadece oyun sahasına ve oyun sahasıyla doğrudan ilişkili alanlara (yani teknik alana) ilişkindir. Bu nedenle, müsabakadan men cezası almış bir oyuncu, devre arasında bile soyunma odalarının bulunduğu alanlara girebilir; çünkü bu alanlar oyun sahasıyla doğrudan ilişkili değildir.


Bu açıklamaya dayanak olan FIFA Disiplin talimatnamesinin 19. maddesinin birinci bendi :


Article 19 Match suspension

1. A suspension from a match is a ban on taking part in a future match or
competition and on attending it in the area immediately surrounding the field of play

Tercümesi;


Men cezası, gelecekte oynanacak müsabakada sahada veya sahayla doğrudan ilişkili bir alanda yer alamama cezasıdır.


Demek ki neymiş?


Olaylara sebep olan, Arda'nın soyunma odasına güvenlikçiler tarafından sokulmama eylemi işgüzarca bir "yassah hemşerim" zihniyetinin ürünü imiş.


Etkili ve yetkililere duyurulur.


Share/Save/Bookmark

24 Nisan 2009 Cuma

Köyün delisinden Arda'nın cezası


Buraya şimdiye kadar hiçbir alıntı yazı koymadım, ancak Arda'nın aldığı cezası ile ilgili ne düşünüyorsam, Bilgin Gökberk fazlasıyla yazmış.


Liseden abimdir diye övmüyorum, hemfikir olmadığım çok konu vardır Bilgin Gökberk ile, böyle kayırmacılıklara karşı durduğumu da bilen bilir.
Ortalamanın altındaki zekaların düzenine boyun eğmeyi, kurallara uygun yaşamak zanneden bir toplumuz maalesef


Buyrun efendim yazı aşağıda :



Allah müstahakınızı versin, bedduam demokratik olsun
24 Nisan Cuma 2009


Metin Oktay’ın spor yazarlığı yaptığı o dünler...
İstanbul’da bir maça geliyor.
Kapıdaki görevli “kart” soruyor.
Gösteriyor.
“Bu İzmir kartı, burada geçmez, İstanbul kartı yok mu?”
O sırada yanından onun bunun osu busu, şunun bunun şusu busu filan geçen geçene...
Elini kolunu sallayan içeri giriyor.
Kral’ın kafası takılıyor.
“Var”diyor.
Ve bir kafa atıyor görevliye.
“Bu da İstanbul kartı”
Ve...
Yumuşak, yufka yürekli, sporcu ruhlu o adamı bile bu hale getirmişler.
Yuh!
Ve...
Aslan onlar aslan!
Danimarka’dan ithal ettik onları.
Ve...
Gurur duyuyoruz onlarla.
***
Şu Arda olayı...
Tam Aziz Nesin’lik.
Tam!
Onu soyunma odasına sokmayanı, raporuna yazanı, cezayı verecek olanı alkışlıyoruz.
Onlar da birer aslan.
Onlar da ithal.
Herhalde.
Ve...
Bu olayı köşelerde ekranlarda buzzz gibi yorumlayanlar...
Evliya torunları, Allah’ın hatasız kulları, etik oğlu etik, zemzemle yıkanmış pürüpak köşeciler...
Onlar da aslan.
Onlar da ithal.
Herhalde.
Onlarla da gurur duyuyoruz.
Ve...
Allah hepsinin müstahakını versin.
Bildiğim en demokratik ve Milliyet’e en uygun beddua bu.
Ve...
Dünyanın en eksantrik bu şehrinde, dünya kurallarına uyarak yaşamak istemenin bedeli, her gün bu tip bir gerzekliğe isyan etmek herhalde.
Aşık olduğumuz bu şahane şehir, hanzoya, düzensizliğe, iş bitiriciliğe peşkeş çekilmiş.
Sonradan görmenin 3-5 kuruşuna teslim olmuş.
Farkındayız.
Yol geçen hanı!
Biliyoruz.
Kimler nerelere giriyor.
Görüyoruz.
Ne hanzolar ne hırtlar ne ne itler uğursuzlar...
Arda kendi soyunma odasına giremiyor.
Bu berbat bir durum.
Üstelik kapıdaki haklı.
Görüntü böyle.
Bu da en berbatı.
Ve...
Şu Arda’yı soyunma odasına almayan o adamın rüyasına, o koridorlara almaması gerekirken aldıkları bir gece birer birer girerler inşallah.
Ve karabasan olur basarlar onu.
Ben de rüyasında basarım onu inşallah.
Ve...
Kurallar bence de uygulansın.
Herkese ama...
Ve...
Yemişim böyle uygulamayı.

POLAT, CANAYDIN’IN YERİNE OTURMAYACAĞINI BİLSE HEP CEZA ALIR

TFF Polat’a “abuk sabuk konuşma” demiş ceza vermiş.
Şerefe giremiyor.
Cezanın çekiliş şekli de abuk sabuk.
Yöneticileriyle, arkadaşlarıyla, dostlarıyla ha ha, hi hi locada
izliyor maçı Polat.
Misafirlerini ağırlıyor.
Kameralar sık sık onu gösteriyor.
Nasıl keyifli ve mutlu ve huzurlu.
Ve...
Allah aşkına neresi ceza bunun?
Ve...
TFF ”kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız” demiş.
O gördükleri sevinç gözyaşları.
Şerefin sıkıcı ortamından kurtulmanın sevincinin yaşları.
Karıştırmasın TFF.
Saraçoğlu’nda Fener Başkanı da cezasını bir locada kah kah kih kih çekti.
İnönü’de Beşiktaş Başkanı da...
Beşiktaşlı, Bursa’ya gidemezken, Demirören polislerle, devlet korumasında rakip seyirciye ayrılan tribünde maç seyretti Bursa’da.
Üstelik cezalıydı.
Kahraman oldu.
Ve...
Polat’a ve diğerlerine sorun, nerede maç izlemeyi tercih ederler?
Koyu renk elbiseli, tatsız tuzsuz asık suratlı gergin adamlarla protokolde mi?
Arkadaşlarıyla, eşi dostuyla yiyerek içerek, eğlenerek bir locada mı?
Üstelik...
Cezalı bile olsalar, maç sonrası kameralara konuşuyorlar, dedikleri gazetelerde yayınlanıyor.
Caydırıcı bir tarafı da yok.
Polat, Canaydın’ın gelip o yokken yerine oturmayacağindan emin olsa, sık sık ceza almak bile ister.
Ali Sami Yen’in şerefi, kümesi bozar.
Üste çıkar.
Ohh!
Taraftar arasında prim de yapıyor bu işler.
“Büyük Başkan” filan...
“Kulübünün haklarını yedirmedi aslan Başkan” falan...
Arkadaşımın anneannesi maçı seyrederken “hani cezalıydı Polat” demiş.
Yorumun kralı da anneanneninki...
Anneanne bile sıradışı kalıyor, bizimkilerin yanında.
Ha ha!
***
Saraçoğlu’nda bir yönetici bir yöneticiye şerefte, bakanın, valinin, emniyet müdürünün yanında “seni evden aldırırım” dedi.
Aynı bakanın, emniyet müdürünün, valinin yanında, bir başkan bir yöneticiye ”esas ben seni aldırırım” dedi
Bir yönetici Ali Sami Yen’de bir yöneticinin anasına küfür etti.
Duyuldu.
Döndü.
Hakeme etmiş.
Miş.
İnönü’de bir başkan, MHK başkanına şerefte, herkesin içinde analı babalı küfür yolladı.
Hem de PFDK başkanı vasıtasıyla.
Saraçoğlu’nda, akredite olmayanın girememesi gereken bir bölgede, bir Fenerli taraftar, Beşiktaşlı bir futbolcuyu dövdü.
Bunlar hemen aklıma gelenler.
Daha tonla var.
***
Arda’nın alınmadığı o bölgeye, Göksel Gümüşdağ’ın halaoğlu gelse girer, çevirmezler.
Alırlar.
Kraldan çok kralcıdır onlar.
Gümüşdağ “alma” dese bile alırlar.
Emre Belözoğlu gelse, cezalı olsa bile girer mesela.
Kapıdakinin kayınçosu da girer.
Belediyenin bilmem ne müdürü de...
Gelen herkesi isterlerse, bir yolunu bulup sokarlar içeriye.
Arda’yı almak istememişler.
Özü bu hikayenin.
Gerisi hikaye.
Ve...
Arda locada başkanıyla seyretti o maçı.
Pazar sahada kavga etmiş, pazartesi sevgilisiye Kıbrıs’a kafasını dağıtmaya göndermişti kulübü.
Dönünce, antrenmanda başkanı ona sarılmış, espriler yapmış, güldürmüştü.
Unutmuştu soyunma odasına inerken belki cezalı olduğunu.
Hatta futbolcu olduğunu...
Bu da aklıma gelmedi değil.
***
Ve...
Tam sırası galiba...
Eski eşimin babası Hasan Kazankaya.
Tanıyanlar bilir, eşi benzeri olmayan biriydi.
Allah rahmet eylesin.
Yine eşi benzeri olmayan bir gece kulübü açmıştı.
Kapıya “içeri sap map alma, tanımadığın kimseyi hiç alma” demiş.
Erol Simavi mi gelmiş ne, bir gece tek başına.
Almamış kapıdaki.
Üstelik Hasan Abi’nin yakın dostlarından Erol Bey ve bir imparator o dünlerde.
-Niye almadın oğlum manyak mısın, burayı o gelsin diye açıyoruz sen onu almıyorsun?
-“Sap alma” dediniz.
-Ulan Erol Simavi o.
-Tanımıyorum ki.
O sırada 5-10 sap girmiş içeriye.
Hasan Abi iyice delirmiş.
-Bu herifler kim?
-Kayınçomun arkadaşları, köyden geldiler, bir girip çıkacaklar.
-Bunlar sap değil mi, çift mi, homo mu bunlar, niye alıyorsun?
-Tanıyorum, iyi çocuklardır.
Bir de şu...
Bodrum’da iki sap ve Yunanlı bir homoseksüel çift, sabaha karşı bir yere gittik.
“Saplar giremez ama siz arkadaşınızla girin Bilgin Bey, o ikisini alamayız özür dileriz” dedi kapıdaki.
“Sap olan biziz, onlar çift, esas onları al sen” demiştim.
Ne gülmüştük.
Ve...
Bir kere tutuldum ya herife.
Onları soktuk.
Biz girmedik.
İki sap başka bir yere gittik.


Share/Save/Bookmark

22 Nisan 2009 Çarşamba

Böl ve yönet



ultrAslan, gelecek sezon eski açıkta yer alacağını açıkladı.

Başka bir deyişle, 10 seneyi aşkın bir süre önce başlamış olan bir savaşı kaybetti.

Neydi bu savaş?
Endüstriyel futbolun gereği olan kombine sisteminin getirdiği yeni tip taraftara karşı verilen, stadın kalbi olan "kapalı" tribünü kaptırmama savaşı idi.

ultrAslan'ın bu son kararı normal karşılandı, yeni stada geçişin bir hazırlığı olarak nitelendirildi.
Oysa 10 senedir yaşananları, "kombineli rezalet" ve "işte gerçek kapalı burda" tezahüratlarını, Faruk Süren aleyhine yapılanları hatırlayanlar, Juventus maçında saçından sürüklenen kadınları gözlerinin önüne getirenler bu kararın gerçek bir yenilgi olduğunun farkındalar.

Aslında kapalı tribünün numaralıdan devşirme, maçı çekirdek eşliğinde takip eden, ilk fırsatta kendi futbolcusuna söven bir taraftar grubunun hakimiyetinde olmasını o tribüne yıllarını vermiş büyük bir çoğunluk istemiyordu.

Peki ne oldu da bu noktaya gelindi?
Çok alışılmış bir siyasi hata yapıldı. Aynı fikiri savunanlar, aralarında güç savaşı yaşamaya başladı.
ultrAslan kurulduktan sonra, bir entrika dehası olan Özhan Canaydın, polisle ortak bir "böl ve yönet" politikası gerçekleştirdi. Legal bir dernek olan ultrAslan'ın yöneticileri haksız yere göz altına alındı. Kaybedecek şeyleri olan insanlar ailevi sorunlar yaşadı, işlerini kaybetme tehlikesi yaşadılar ve çekildiler.

Bu noktada, tribün hakimiyeti uğruna daha çok şeyi kaybetmeyi göze alan "tayfa" dediğimiz kesim hakimiyeti ele aldı.
Gerçi organize olmalarından ve gerektiğinde sertliğe başvurma potansiyeli taşımalarından dolayı her zaman hakimiyet onlardaydı, ancak hem takıma ateşli destek verilmesini savunan hem de eğitimli ve tecrübeli bir "akil adamlar topluluğu" vardı, ortak hareket ettikleri.


ultrAslan'ın kurucu dinamiklerinde, üç sac ayağı vardı: Akil adamlar, tayfa ve tribündeki arkadaş grupları. Canaydın işte bu yapıyı, sistematik olarak yürüttüğü "böl ve yönet " politikası ile yıktı.

Daha sonra, "Tayfa" üst üste hatalar yapmaya başladı. Özetlemek gerekirse bu hatalar şunlardı :

1) 90 dakika aynı besteleri bağırmak yerine, Avrupai bir tribün anlayışı getirmek isteyen, taraftarın sahaya daha çok etki etmesi için kafa yoran gruplar, tehdit olarak algılanıp tasfiye edildi. Tıpkı bandonun zamanında tasfiye edildiği gibi. Şimdi, hakem takımı sahada doğradığı zaman bile "lalalay saldır Galatasaray" diye bağırılıyor.

2) Siyasal görüşlerini tribünde göstermekten çekinmediler.

3) Üç paralık insanların gazına gelinip, Hagi'ye dil uzattılar.

Bu hatalar , takımına her şartta destek vermek isteyen kitleleri, arkadaş gruplarını ultrAslan'dan soğuttu. Alpaslan Abi'nin vefatı da ultrAslan'ın sac ayaklarını bir arada tutmaya çalışan son köprüyü ortadan kaldırmış oldu ( Bu yazımı okusa kızar, herşeyin iyi olacağına ikna etmeye çalışırdı beni, artık bunu yapacak kimse yok)

Meydan, endüstriyel futbolun istediği futbolcu bir haftasonu eğlencesi olarak gören, kendini müşteri olarak tanımlayan kitleye kaldı.
Bu durumun tehlikesi ne midir? Her zaman haklı olan müşteri, önüne konan gösteriyi beğenmezse, domates atmayı kendinde hak görür.

Sonuç olarak, Fenerbahçe'den sonra Galatasaray tribünleri de endüstriyel futbola yenilmiştir.

Geçmiş olsun..

Share/Save/Bookmark

21 Nisan 2009 Salı

Haftanın Sözü



In this world there are only two tragedies. One is not getting what one wants, and the other is getting it.


Oscar Wilde

Share/Save/Bookmark

17 Nisan 2009 Cuma

Ajan provakatör




Hakan Ünsal, nam- ı diğer Küçük Hakan..


Şu an Galatasaray'ın içerisindeki en büyük nifak tohumlarını Hakan Ünsal ekti, takım içerisindeki uyumu, başta Lincoln yabancılar aleyhine sürdürdüğü sistematik bir propaganda ile bozdu.


Tüm sorunların suçlusu tabii ki o değil, ancak provakasyonu en açık şekilde yapan kişi olarak, Galatasaray taraftarlarının en tiksindiği kişi konumunda sağlam bir yeri var.


Galatasaray zor duruma düştüğü zaman, gizleyemediği sevinci suratında parıldıyor.

Tıpkı kötü niyetini ve hayata paradan ibaret, şovenist bir gözlükle baktığını gizleyemediği gibi.


Florya çevresinde gezmesine müsaade eden herkes suçludur.
Bülent Korkmaz takımın başındaki üçüncü antremanında kendisini yanı başında oturtarak kariyerine çok büyük bir eksi ile başladı, bundan sonra toparlaması da zor görünüyor.

Blackburn'de yedek beklerken Galatasaray'a geri alındığında,
"Fatih Hoca için geldim" açıklamasını yaptığı an, aynı uçakla kendisini geri gönderecek basirette bir yönetim anlayışı hakim olsa idi keşke Galatasaray'da..Bugün Florya'da çok farklı bir ortamdan, çok büyük hedeflerden bahsediyor olurduk.




Share/Save/Bookmark

15 Nisan 2009 Çarşamba

Sen adam öldürmeyi iyi bilirsin-volume 2



Galatasaraylı futbolcu Sabri Sarıoğlu, Fenerbahçe maçındaki olaylarda mağdur olanın kendisi olduğunu ifade ederek, ''Emre Belözoğlu bana saha içinde küfür etti, 'Seni öldürürüm' dedi. Mağdur olan benim'' dedi.
Sabri, Galatasaray TV'de yer alan röportajında, Galatasaray-Fenerbahçe maçının sonunda ve içinde yaşanan olaylarla ilgili ''günah keçisi'' ilan edildiğini savunarak, kendisine küfür eden Emre Belözoğlu'nun, ayrıca saha içinde kendisini tehdit ettiğini söyledi.
Geçtiğimiz hafta sonunda önemli bir dünya derbisinin yaşandığını kaydeden Sabri, şöyle konuştu:''Sonuç olarak Fenerbahçe bizim ezeli rakibimiz ve ebedi dostumuz. Her zaman biz futbolun sahada yaşanmasını, sahada bitmesini istiyoruz. Son dakikalarda gerginlikler yaşandı. Bu hiçbirimize yakışmadı. Ama maçtan sonra bir de baktım ki neredeyse günah keçisi ben oldum. Lugano 'kıvılcımı biz yaktık' demesine rağmen, hala günah keçisi olarak bazı insanların beni göstermesine bir anlam veremiyorum.''
Sabri, Emre Belözoğlu ile yaşadığı münakaşa ile ilgili olarak da, şunları anlattı:''Milli takımdan hepimiz arkadaşız. Hiçbir zaman birbirimize karşı terbiyesizliğimiz olmadı. Maç içinde de bunu herkes gördü. Bazı yorumcular mantıklı yorumlar yapmıyorlar. Emre Belözoğlu'yla omuz omuza mücadeleye girdik. Bu mücadelede o düştü kaydı ve reklam panolarına vurdu. Ben gidip onu kaldırmak istedim. Ama o beni geri itip küfür etmeye başladı. Ben şaşırdım ve 'neden bana küfür ediyorsun. Özür dilemeye geldim' dedim. Emre ise bana o dakikadan sonra oyun içinde tehditler savurdu. Ben hiçbir şekilde karşılık vermedim. Benim küfür ettiğimi iddia edenler tamamen yalan söylüyorlar. Benim sadece tek söylediğim kelime 'küfür etme, adam gibi dur' lafıdır. Futbolcu yere düştüğü zaman biri gelip onu yerden kaldırıyorsa o hareketi kasıtlı yapmamıştır.''
-''TEK HATAM YAN HAKEME TEPKİ GÖSTERMEM''-
Sabri, maç içinde yaptığı tek hatanın, yan hakeme abartılı tepki göstermesi olduğunu ifade etti.
Sabri, şöyle konuştu:''Ama hiçbir zaman hakaret etmedim. Öyle bir şey olsa zaten beni kartla cezalandırırdı. Ben devre arasında sahaya çıkarken orada hakemler bekliyorlardı. Gittim özür diledim. O da 'Tamam kardeşim biraz daha dikkatli ol' dedi. İkinci yarı ben hakemlerin yanına bile uğramadım. Örneğin Hakan Balta'nın düşürüldüğü pozisyonda bence bariz penaltı varken, biz gidip buna bile itiraz etmedik'' diye konuştu.
Tecrübeli futbolcu, maç içinde Emre Belözoğlu ile yaşadığı olayları ise şöyle anlattı:''Maç içinde bir faul pozisyonu oldu. Hakem faulü verdi. Ben görev yerime doğru dönüyordum. Arkamdan küfür ettiğini duydum. Döndüm 'Neden küfür ediyorsun ?' derken o tehditlerle üzerime geldi. Ben de kendimi kaybettim, boğazını tuttum. Yaptığım şey doğru değildi ama bir futbolcuya bu kadar ağır şekilde galiz küfür edilirse çileden çıkar. Ben de dayanamıyorum, ben de insanım, ben de futbolcuyum. Belki yapmamam gerekirdi ama kendimi tutamadım.
Ben bu konuda yorumcuları da anlamıyorum. Tamam tepkimi biraz fazla verdim, doğrusu dayanamadım. Yaptığım doğru bir şey değil kabul ediyorum ve özür dilerim kamuoyundan. Ama insan bir yorum yaparken biraz da düşünür. Bir anda ben neden geri döndüm. Bunu biraz düşünmeleri lazım. Televizyonda Emre'nin ağzı okunuyor. Bana küfür ettiği, beni tehdit ettiği açıkça belli oluyor

Share/Save/Bookmark

14 Nisan 2009 Salı

Son gözaltı



Ergenekon, devlet içerisinde yapılanan illegal bir örgütlenmeyi bahane ederek AKP hükümetini, ondan önemlisi Fethullah Gülen cemaatini rahatsız etmiş tüm unsurları sindirme operasyonu olarak istikrarla devam ediyor.


Cemaate açıkça muhalefet etmiş herkes alındı, şimdi sıra onların eğitim kurumlarına rakip sayılacak "Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği" "Baba Beni Okula Gönder" gibi oluşumlara geldi.


Şöyle bir düşündüm, galiba bir tek Hakan Şükür'ü milli takımdan uzaklaştırarak cemaati üzmüş Ersun Yanal kaldı gözaltına alınmayan.


Kendisine tavsiyem Katar, Azerbaycan vs ayırt etmeden gelecek ilk teklifte kapağı yurt dışına atmasıdır.

Share/Save/Bookmark

İkili delilik



Benim çocukluğumda Fenerbahçe acıların takımı idi. Şampiyonluk rekabeti genelde Galatasaray ve Beşiktaş arasında geçer, gerilim de sınırlı olurdu.

Beşiktaş'ın sahneden çekilip, Fenerbahçe'nin güçlenmesi ile Galatasaray- Fenerbahçe rekabeti, tarihi boyutunun yanında güncel çekişmelerin de tetiklemesiyle zıvanadan çıkma noktasına geldi.

Dün oynanan karşılaşma, iki takımın simbiyotik yapısının bir trajedi olarak sahneye konmuş hali gibiydi. Beraberliğin iki takıma da hiçbir faydası olmamasına rağmen nelere şahit olduk bir bakalım :

Fenerbahçe'nin maçın başından sonuna kadar vakit geçirmeye çalışması, Galatasaray'ın ikinci yarı oyundan düşmesine karşın risk almaması, son dakikada Nonda'nın oyuna girmesi skandalı, üçüncü oyuncu değişikliğinin kullanılmaması.


Demek ki her iki takım için de birbirinin gerisine düşmek, şampiyonluğu kaçırmaktan daha ağır bir durum olarak görülüyor. Hocaların bu korkak yaklaşımının başka bir açıklaması olamaz.


Son dakikada yaşanan kavga ise, neden Ali Sami Yen harici hiçbir maçta kırmızı kart görmediğine anlam veremediğim Lugano'nun psikopatlığı bir yana, hem böyle kötü bir maçı, hem de iki takım için geçen berbat bir sezonu özetler nitelikteydi. Tabiri caizse sıvanmış oldu.


Peki nedir takımları bu hale düşüren faktörler? Ben iki ana faktör üzerinde duruyorum :


1- Euro 2008 faktörü


Türk mucizesi, 2-0dan dönen, 119'da gol yenip 120'de gol atılan harika maçlar derken çok keyifli bir futbol yazı geçirdik.
Öte yandan, bu kadar gerilimin, Amerikalı kondüsyonerlerin yüklemelerinin acısı sonradan çıktı. Euro 2008 kadrosunda olup da futbolunda bu sezon ilerleme göstermiş hiçbir oyuncu yok. Sakatlık yaşamamış oyuncu da yok.

Bu durumdan en çok milli takım etkilendi, büyük ihtimalle gidemeyeceğiz Dünya Kupası'na.

Diğer kurbanlar da milli takıma en çok oyuncu veren Galatasaray ve Fenerbahçe oldu.


2- Hoca faktörü


Galatasaray, son yılların en kaliteli kadrosunu kurmuştu.
Fenerbahçe'nin de kadrosu yanlış takviyeler nedeniyle harcanan para oranında güçlenmese de ligde bu durumda olmayı gerektirecek zayıflıkta değil.

Luis Aragones, Türkiye'ye, Türkiye Ligi'nin yapısına uyum sağlamadı, sağlamak niyetinde de değildi zaten. Her hali ile son bir emeklilik ikramiyesi peşinde koştuğunu hissetiriyor.

Michael Skibbe, Galatasaray'ın kondüsyon olarak yerlerde sürünmesinin başlıca sorumlusudur. ( Bu durumun bir diğer sorumlusunun kimsenin toz konduramadığı Cevat Hoca olduğunu atlamayalım)

Alman hocanın bu kadar çok yıldızın ve yıldız adayının olduğu bir takımı yönetecek karizmada olmadığını, vasat bir araştırma ile tespit etmek de mümkündü. Biz yine de kendisine çok güzel performans gösterilen Avrupa maçları ve toplanan takım puanları için teşekkür edelim.

Son olarak büyük kaptan Bülent Korkmaz..
Takımın hocası olmak yerine takım içerisindeki etkili grubun abisi olmayı tercih ettiğini, Lincoln meselesini defalarca yazdık, bunlara tekrar girmeyelim. Sadece şunu ekleyelim :

Galatasaray camiası, oynattığı "temkinli" futbol yüzünden Lucescu gibi bir futbol üstadını benimseyemedi.

Bülent Kormaz'ın oyunculuk kariyerinin sağladığı kredi, Lucescu'nun acemi ve yaratıcı olmayan bir kopyası görüntüsüyle görevde kalmasına yetmeyecektir.


Share/Save/Bookmark

11 Nisan 2009 Cumartesi

Bugün benim doğum günüm



Madem ki blog denen icadın sözlük anlamı günlüktür, not düşelim doğumgünümüzü buraya da.


Oscar Wilde, "Yaşlı herşeye inanır, orta yaşlı herşeyden şüphelenir, genç ise herşeyi bilir" demiş.

Şüphecilik had safhaya çıkmaya başladığına göre bünyede, galiba gençlik bitiyor, orta yaşlar başlıyor.


Unutmadan..


Doğumgünüm için de bir dileğim var Cimbombom..

Share/Save/Bookmark

8 Nisan 2009 Çarşamba

Terör



Festival kapsamında gösterilen Alman yapımı "Baader Meinhof Komplex" filmine gittim.

Tamamen gerçek bir hikaye anlatıldığı için spoiler kaygısı taşımadan biraz konusundan bahsedebilirim sizlere.


Baader-Meinhof Grubu (Andreas Baader ve Ulrike Meinhof örgütün liderleridir) veya Rote Armee Fraktion ( Kızıl Ordu Fraksiyonu) radikal sol görüşlü bir örgüttür.
RAF, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya'nın en etkin sol örgütüydü ve kendini şehir gerillası olarak tanımlıyordu.


Filmde örgütün kuruluşu, yükselişi, Filistin kurtuluş Örgütü ile ilişkileri, eylemleri ve tasfiyesi anlatılıyor. Çok sürükleyici ve gerçek hikayeye bağlı bir anlatım tarzı var.


Söz konusu örgüt en çok, arta kalan son dördü aynı gece olmak üzere elebaşlarının tümünün cezaevinde ölmesi ile tanınır. Filmde bu ölümlerin intihar mi infaz mi olduğu konusundaki tartışmalara girilmiyor.


Masum insanların canını alan kişilerin kahramanlaştırılmaması da dikkat çekiyor.

Sağ görüşlü katilleri lanetleyip, sol görüşlü katillerin arkasından 30 yıldır ağıtlar yakan Türk entelijansiyasına selam olsun..


Netice olarak filmi çok beğendim.

Kazanan filmi izlememiş olmakla beraber, son yıllarda bu kalitede bir Holywood filmi görmediğim için, yabancı film Oscar ödülünü nasıl alamadığına hayret ettim.




Filmden sonra arkadaşlarla terörist eylemlerin nafile bir çaba olup olmadığı hususunu tartıştık.


Bence kesinlikle nafile değildir, mücadele ettiği devletleri hata yapmaları için tahrik eder terör örgütleri.

Devletler de bu oyuna gelirler genelde, teröristle terör kullanarak mücadele ederler.

Bu mücadele kapsamında kendi vatandaşlarına baskı uygulayarak saygınlık kaybederler.

Bundan başka da bir sürü değişik stratejik hata yaparlar.


Örnek mi arıyorsunuz?


İsrail' in FKÖ ile mücadele etmek amacıyla HAMAS gibi bir Frankestein yaratması.


George W. Bush'un terörle mücadele etme adına yaptığı salaklıklar.


Velhasılkelam terörizm olmasa idi, Barack Hüseyin Obama ülkemizi geleceği parlak (parlak dediysem en fazla Dış İşleri Bakanı olurdu 10 sene sonra) bir senatör olarak ziyaret ediyordu.


Şimdi ise tüm tabuları yıkarak Başkan oldu.

Sistem de bunu Amerika'nın dünyadaki mahvolmuş imajını düzeltmek adına kabullendi.


Dertlerine yansın Neo-Conlar..

Share/Save/Bookmark

7 Nisan 2009 Salı

Lutfen alıcınızın ayarı ile oynamayın



Bazı hedefleri başarmaya çalışırken yaşanan süreç ona ulaşma anından daha zevklidir.


Karşı cinsten beğendiğiniz birini kovalarken yaşanılan mücadele süreci bu durumun bir örnegidir bazen, iş hayatında bir hedefe ulaşmak için gösterilen çaba da.


Uğrunda uykuların kaçtığı, fedakarlıkların yapıldığı hedef kimi zaman nankördür, kimi zaman göz açıp kapayana kadar geçer, kimi zaman ise kurulan hayal varılan noktadan daha tatlı olduğu için, hayal kırıklığı ile sonuçlanır.


Galatasaray- Fenerbahçe maçlarının olduğu haftada da bu kural işler. Maç doksan dakikadır, o dakikalar su gibi akıp geçer.

Maçı beklemekle geçen süre ise arızalı taraftarlarda sonsuzluk hissi uyandırır, gece ve gündüz rüyalarında sadece maç yaşanır.


Bu hissiyatı Galatasaraylı veya Fenerli olmayanlar, bir de futbolla alakaları Nike reklamlarından ibaret olanlar anlayamaz. Onlardan ricam şu:

Çevrenizdeki futbol aşıklarına bu hafta hoşgörülü yaklaşın, başka herhangi bir konuda konsantrasyon beklentisi içerisinde olmayın onlardan. Alıcılarınızın ayarı ile de oynamayın.


Kaybedenin havlu atacağı, bu sefer ilginç şekilde beraberlik halinde iki tarafın da nakavt olacağı büyük maçın haftası, tüm Galatasaray ve Fenerlilere kutlu olsun.


Tadını çıkarmaya bakın, gelecek hafta çok daha renksiz olacak.

Share/Save/Bookmark

Haftanın Sözü



Suspicion always haunts the guilty mind.

William Shakespeare

Share/Save/Bookmark

1 Nisan 2009 Çarşamba

Canavar



Nietzsche " Her kim canavarlarla savaşırsa, kendisi de canavarlaşmamaya dikkat etmelidir" derken insanoğlunun en büyük çelişkilerinden birine dikkat çekiyordu.


Martin Luther King'ın "Bir kölenin en çok istediği şey, zannedildiği gibi özgür olmak değil, bir köle sahibi olmaktır" tespiti de bu ruh haline örnektir.


Bu sözler, Akdeniz Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın'ın Chp'den Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi üzerine aklıma geldi.


Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, rektörlük seçiminde en çok oyu almasına rağmen Akaydın'ı atamamıştı rektörlüğe.


Hangi Abdullah Gül?


Millet iradesine rağmen, çeşitli manevralarla Cumhurbaşkanı seçilmesine engel olunmasına veryansın eden Abdullah Gül.


Tıpkı şiir okuduğu için cezaevinde yatan Tayyip Erdoğan'ın, güç eline geçince gazetecilerin, yazarların cezaevine gönderilmesini desteklediği gibi.


1982 Anayası'nın abuk imtiyazlarına tepki olarak göreve millet tarafından getirilenler, o imtiyazları büyük bir keyifle kullanmaya başladıkları zaman, düşüşün başladığını farketmişti onları tarihin kürsüsünden seyredenler.


Şimdi güç sarhoşluğundan miyop olanların bu kaçınılmaz düşüşün başladığını görebilmeleri için somut veriler de var elde.


Titreyip kendilerine gelebilecekler mi acaba?

Share/Save/Bookmark